Danıştay başkanının kızı Elazığ’a atandıktan 24 saat sonra yayımlanan Mazeret Kararnamesi ile Yargıtay Tetkik Hakimliği’ne getirildi. Bunun üzerine başlayan tartışmalar üzerine HSK’dan bir dizi açıklama geldi.
Atamaların partizanca oluşuna ilişkin eleştiriler karşısında HSK Başkanvekili Mehmet Yılmaz, “Mehmet Yılmaz sözü olarak söylüyorum; hiçbir avukatın geçmişlerine, siyasi düşüncesine, bölgesine bakılmamıştır. Her anlayıştan, her düşünceden, her bölgeden kişi var.” dedi.
Ardından benzer durumdaki 179 kişi için de aynı işlemin yapıldığı bilgisi verildi. Ve son olarak da bu kadar “kıdemsiz” birinin nasıl olup da jet hızıyla Yargıtay’a gelebildiğine ilişkin olarak yine Mehmet Yılmaz’dan şu açıklama geldi:
“Kanun böyle çıkarılmış, bizde kanun gereği önce kura çekiyoruz ardından mazeretleri dikkate alıp yeni görev yerlerini belirliyoruz. Son kararnamede 88 kişinin eş durumu vardı. Buna mazeretler dahil edildi. 27 hakim savcı Ankara’ya, 64’ü yine mazerete dayalı olarak değişik illere atandı. Danıştay Başkanı’nın kızı da mazeret nedeniyle Yargıtay tetkik hakimliğine getirildi. Yargıtay tetkik hakimliğine terfi diye bir şey yok. Kürsü hakimi olan çok önemli bir gerekçesi yoksa kolay kolay Yargıtay tetkik hakimliği istemez. Yargıtay’a hukuk mezunları arasından raportör alınması kanunla mümkün olmuş. Daha sonra raportörlerin hakimlik mesleğinden olması ve atanması Yargıtay Kanunu ile gerçekleşmiş. İlk metinde atanmak için 2 yıllık kıdem yeterli görülmüş daha sonra bu kıdem 5 yıla çıkarılmış. 5 yıllık kıdeme sahip hakimler arasından yeterli sayıda talep gelmeyince bu yasanın yürürlüğünü 10 yıl ertelemişler yani tetkik hakimliğine atanma süre şartı kalmamış.”
Devlet kurumlarında hiç olmadığı kadar patrimonyalleşmenin yaşandığı bir dönemde sembolik değeri olan bu işlemle ilgili yapılan bu açıklamalar kamuoyu vicdanını tatmin etti mi dersiniz? Elbette hayır. Laf kalabalığına boğulan cümlelerin arasından zorlukla anlıyoruz ki Danıştay Başkanı’nın kızı, yasanın son çare olarak, zorunlu kalınması durumunda izin verdiği bir yol ilk çare gibi işletilerek merkeze getirilmiş.
Açıklamalara bakınca aslında hiçbir şey söylemediği görülüyor. Hatta, söyler gibi yaparken içerisinde pek çok perdeleme taşıyor. Buna rağmen HSK başkanı gözümüzün içine baka baka ahlaktan, haktan ve hukuktan bahsedebiliyor.
Bir kere, başka kişiler için de benzer bir uygulamaya gidilmesi hiç bir şeyi açıklamıyor. Hepsi birden sorunlu olamaz mı? İki, Danıştay Başkanı’nın kızının ‘özel’ mazereti tam olarak nedir? Eş durumu mudur, mesleki bir gereklilik midir? Ya da bir sağlık sorunu mudur, en azından başlık olarak söylenmesinde ne gibi bir sakınca olabilir? Elazığ’da bu işi yapmasını engelleyici bir mazereti varsa neden mesleğe alınmıştır? Bu mazeretin tam olarak belirtilmesi gerekir. Sonra, HSK gibi yakın geçmişte pek çok kötülüğün ‘merkezi’ haline getirilmiş bir kurumun başındaki kişinin söze başlarken “Mehmet Yılmaz sözü olarak söylüyorum..” demesi ne türden bir kişiselleştirmenin göstergesidir; “Kuruma güvenmiyorsanız bile bana güvenin, evet böyle şeyler olabildiğini bilsek bile lütfen sözlerime inanın ki bu defa öyle değil,” deme gayretinden öteye gidemiyor.
“Hiçbir avukatın geçmişlerine, siyasi düşüncesine, bölgesine bakılmamıştır. Her anlayıştan, her düşünceden, her bölgeden kişi var”ın konuyla bir ilgisi bulunmuyor. Biliyoruz ki her anlayıştan insan oluşu da çoğu örnekte olduğu gibi, kendiliğinden oluşan bir sonuçtan çok işleri kılıfına uyduran önemli bir dayanak olarak kurgulanıyor. Sonrasında da bu kurgunun kendini üreten bir gerçekliğe dönüşmesi bekleniyor.
“Kanun böyle çıkarılmış”ı nereye koymalıyız peki? Anlaşılan o ki HSK Başkan’ı kanunun bu şekilde oluşunu sorunlu buluyor ve vicdanen bunu kabul etmiyor. Yine yansıyan haberlere bakılırsa kanunun böyle oluşu FETÖ’cülerin vaktiyle kendi adamlarını korumak ve kollamak için çıkardıkları ‘dahiyane’ buluşlardan biri ve HSK bu hakkaniyetsiz ve liyakatsiz zemin üzerinde işleri bu kez başkaları için sürdürmeyi içine sindirebiliyor. HSK Başkanı, mazeretlerin ne olduğunu söyler gibi yapıp söylemiyor. “Kanun böyle” diyerek aslında tam olarak “hukuki doğruculuk” yapıyor. İşler kılıfına uygunsa ve kağıt üzerinde olması gerekene uydurulmuşsa anlaşılan sorun kalmıyor. Böylelikle, adaletin en büyük düşmanının legalizme dayalı “hukuki doğruculuk” anlayışı olduğu bir kere daha ortaya çıkmış oluyor. Tıpkı siyasetin en büyük düşmanının siyasi doğrucular oluşu gibi.
Aslına bakılırsa bu legalist, yasacı tavır bir tür polis hastalığıdır ve sahada sürekli olarak yasaların ruhunu lafzına feda eden dar bir işleyişle hayat bulur. Adalet, bu türden yasacı adamların elinde ruhsuz bir zor aygıtından ve polisliğin başka türlü bir görünümünden ibaret hale gelir. Haksızlığa uğrayanın hakkını korumaktan çok hak etmeyenin hak kazandığı mağduru görünmeyen bir oyuna dönüşür. Sonra da toplum hep birlikte oyunun parçası haline gelir. Oyunun dışına çıkan kim varsa bu sorunlu adalet çarkının öfkesinden payına düşeni alır. Adalet, ancak zayıfların ezilmesiyle mümkün bir mekanizmaya dönüşür.
HSK yetkililerinin, pek muteber görmedikleri bu kanunun değiştirilmesi yönünde göreve geldikten sonra ne gibi adımlar attıkları belli değil. Değiştirmeye çalıştılar da sonuç mu alamadılar, henüz bu konuya eğilemediler mi nedir, belirsiz. Kürsü hakimlerinin zaten Yargıtay’a gelmek istemeyeceklerini niye söylüyor o da belli değil. Belli elbette ama hem bu işlemin herhangi bir torpile dayanmadığını uzun uzun anlatıp en sonunda da zaten kimse bunu istemez ki demek anlaşılmaz. Zira ilk başta söylemesi gerekeni sona bırakınca bunun esas neden olmadığı kolaylıkla anlaşılabiliyor. HSK başkanı Danıştay Başkanı’nın kızının bir de ‘istemeden geldiği’ne inanmamızı istiyor. Ankara’ya benzer şekilde atanan diğer 27 kişi de istemeden geldiyse Yargıtay’da ne çok isteksiz çalışan insan var diye düşünmeden edemiyor insan.
Kürsü hakimleri kolay kolay tetkik hakimliğine gelmeyi istemeyeceklerse bu kişileri hiç kürsü hakimi olarak atamadan doğrudan bu işlemin yapılması gerekmez mi? Her şeye izin veren yasa eminiz ki buna da izin veriyordur. (Yıl şartı olmadığına göre gün şartı yoktur herhalde.)
Bütün bu belirsizlikler karşısında güvenebileceğimiz en güçlü teminat “Mehmet Yılmaz sözü..”
Elbette güvenmeliyiz, başka bir çaremiz var mı ki? Yani alternatif bir HSK var ve istersek oraya gidip başvurabilir durumda olmadığımıza göre bu gibi kurumlar zorunlu bir güven ilişkisi kurduğumuz yerler ama hukuk devletinde güvencelerin sözle yapılıyor oluşu yasaların ne denli kişiselleştiğine çok iyi bir örnek sunuyor.
Kendimizi kandırarak varabileceğimiz bir yer yok. Bu açıklamalar kamuoyu vicdanını rahatlatmak ve zihinlerdeki karışıklığı gidermek için değil yapılan işlemin kılıfına uydurulması için yapılıyor. Açığa çıkmayacağı düşünülen bir ifşanın geriye dönüp kağıt üzerindeki uydurulmuş halinin anlaşılması gerektiği gibi izah edilmesinden öteye geçemiyor. HSK Başkanı, insanların anlaması ve konuyu kendi başlarına açıklayabilir olmalarından çok mevcut durumu nasıl anlamamız gerektiğini, işlerin kılıfına nasıl da uygun olduğunu kanun marifetiyle zihnimize zorluyor.
Oysa hepimiz biliyoruz ki bürokrasinin her yerinde bu türden sayısız imtiyazlı insan var ve bu insanlar liyakat ilkelerini yerle bir ederek atanıyor ya da yükseltiliyorlar. Burada atlanmaması gereken bir konu da bu tür işlemlerin yalnızca atananlar üzerinden bir eşitsizlik ya da liyakatsizlik yaratmakla kalmıyor oluşu. Aynı zamanda sonuna kadar hak eden ama bu türden keyfi bir işleyişe tabi olmak zorunda kalan kişilerin hak ettikleri şeyi ancak bir lütuf olarak elde ediyor olmaları. Diğer bir deyişle, hak etmediği halde hak verilen kişilerin olması hak olanı, alınan değil verilen bir şey haline getiriyor ve bu mekanizma, tırnaklarıyla sınav kazanan insanları kişiliksizleştirici bir etkene dönüşüyor.
Hak etmenin ve hakkını alarak bir yerlere gelmenin bağımsızlaştırıcı ve şahsiyet kazandırıcı etkisini kırarak zamanla olan bitenleri ‘normalleştirici’ bir etki yaratıyor. Biat kültürü başlıyor. İnsanlar, bu türden olan bitenleri kabul etmekten başka çare bulamayarak aynı etik-dışı yolların arayışına düşüyor. Tam bir kısır döngü halinde haksızlıklar ve liyakatsizlikler bizatihi haklı ve liyakatlilerce yeniden üretiliyor ve meşrulaştırılıyor. Buradan hareketle sistem en zayıf ve en sahipsiz olan üzerine değil en güçlü ve en imtiyazlı olana göre kuruluyor. Bunun adı da demokrasi ve hukuk devleti oluyor.
Ve anlaşılan o ki Danıştay Başkanı konuyla ilgili açıklama yapma ihtiyacı bile duymuyor (Yargıçlar kararlarıyla konuştukları için ne diyeceğine karar mı veremiyordur belki de, kimbilir! Ya da belki “hayatın olağan akışı”na uygun mu diye bakmış ve fazlasıyla uygun olduğunu görmüş olabilir.)
Sonuç olarak iyi bir demokrasi, gerçek bir hukuk devleti ve güçlü bir ülke istiyorsak kendimizi kandırmayı bir tarafa bırakmalı, sistemi en zayıf olana göre yeniden kurmalıyız. Ve bunun anlamı mevcut yapıyı ters-yüz etmek demek olacağı için de öncelikle gerçek yüzümüzü göstererek işe başlayabiliriz.