2007’den sonra kamuoyunun bir numaralı ilgi odağı haline gelen darbe davalarıyla ilgili bugün geldiğimiz noktadaki kanaatimi geçen yazılarda anlatmış, ardından da Balyoz davası üzerinden bu kanaatimi temellendirmeye, gerekçelendirmeye başlamıştım.
Bu bölümde önce davalarla ilgili kanaatimi özet halinde bir kez daha tekrarlayacak, ardından da Balyoz davasıyla ilgili değerlendirmelerime bıraktığım yerden devam edeceğim.
Çıkan kısmın özeti: Şahsi kanaat
Bence, darbe davalarına konu olan eylemlerin gerçekte var olmadığını; bu ‘sözde’ eylemlerin, ilgili dönemin bilgileri kullanılmak suretiyle yıllar sonra kaleme alınmış hayali ‘senaryo’lardan ibaret olduğunu öne sürenler, söylediklerine kendileri dahi inanmıyorlar. İnanmıyorlar fakat inanmış gibi yapıyorlar, çünkü ancak bu yolla kendi pragmatik siyasi yararlarını azamileştirebileceklerini düşünüyorlar… Laik kesim böyle davrandı, çünkü AK Parti’ye ve o dönemdeki partneri Cemaat’e en büyük darbe buradan vurulabilirdi… Şimdi de iktidar ve iktidara müzahir medya böyle davranıyor, çünkü Cemaat’e karşı yeni ittifak arayışları, darbe davalarının hedefi olan güçlerle iyi geçinmeyi gerektiriyor.
İşte bu nedenle ve bu amaçla gerek laik kesim (başlangıçtan bu yana), gerekse de iktidar ve iktidara yakın çevreler (17-25 Aralık’tan bu yana) darbe davalarının ikili hakikatinin bir bölümünü gözlerden gizlerken öbür bölümünü göze sokuyorlar. (Gözlerden gizlenenler: Darbe girişimlerinin somut, ayrıntılı delilleri… Göze sokulanlar: Cemaat’in örgütsel çıkarları doğrultusunda üretilmiş deliller ve daha genel olarak Cemaat’in davaları murdar eden faaliyetlerinin tümü.)
Balyoz’un ikili hakikati
İkinci bölümde, darbe davalarının ve delillerinin bu ikili hakikatini Balyoz davası üzerinden izlemeye başlamıştık. Çıkan kısmı kısaca özetleyerek kaldığımız yerden devam edelim…
Balyoz davasının iddianamesi ve ek klasörlerdeki belgeler ilk açıklandığında, kimsenin aklına bunların, 2003 başlarındaki hayali bir darbe girişiminin 2009’dan sonraki bir tarihte kaleme alınmış ‘senaryo’su, bir ‘kumpas’ olabileceği gelmemişti; olabilir, denmişti. Hayır, bunun nedeni, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zaten darbecilikten zanlı olduğu ve antipatisini defalarca zikrettiği AK Parti iktidarını bir darbe ile devirmek için harekete geçmesinin ‘normal’, ‘makul’ ve ‘beklenir’ sayılması değildi…
Bunun nedeni, birilerinin, altı yıl öncesine dair, içinde binlerce (yaklaşık 20 bin) hakiki ismin, kurumun vb. geçtiği hatasız bir senaryo yazabileceğine inanmasının mümkün olmamasıydı… Diyelim bir çete böyle bir şeye inandırdı kendini, fakat bunun ikinci adımı da vardı: Aynı çetenin, yazdığı bu ‘senaryo’yu, sadece iç kamuoyunun değil, dış kamuoyunun da gözünün üstünde olacağı ve didik didik edeceği bir davada iddianame haline getirmeye cüret etmesi de gerekiyordu…
Böyle bir tasavvur basit mantığa bile sığmazdı. İşte bu nedenle, Balyoz davası iddianamesi ve klasörleriyle ilk karşılaşıldığında kimsenin aklına, bir çetenin, 2003’e ait bilgileri 2009’da topladıktan sonra bunları kullanarak bir darbe planı yazdığı ve bir dizi askeri de bu planın içine yerleştirdiği gelmemişti.
Davaların ‘kumpas’ haline getirilmesi
Fakat hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz: Balyoz davasının bir ‘kumpas’tan ibaret olduğu, darbeleri alkışlamış laik kesimin de darbelerden çok çekmiş muhafazakâr kesimin de ortak propaganda konusu haline gelmiş durumda.
Geçen yazıda bunun nasıl başarılabildiğinin hikâyesine başlamıştık… Dayanılan temel argüman, delillerdeki ‘zamanlama çelişkileri’ idi. Savunma tarafı, mesela belgelerdeki, oluşturuldukları öne sürülen 2002 sonu – 2003 başından sonraki dönemlere (sonuncusu 2009’da olmak üzere) tarihlenen olguları işaret ederek… Ya da mesela bir görevlendirme listesinde gösterildiği tarihte uzun bir süredir ABD’de bulunduğu ispat edilen subayları işaret ederek, kendi savunma stratejilerini inşa ettiler: “Bu ‘hata’lar göstermektedir ki” dediler, “söz konusu belgeler gerçek değildir ve 2009’dan sonraki bir tarihte kurgulanıp kaleme alınmıştır.”
Bu bir varsayımdı ve doğrusu ‘zamanlama çelişkileri’ni açıklayabilen bir varsayım olduğu için de son derece ikna ediciydi. Nitekim ben de bir dönem boyunca, savcıların bu çelişkileri izah edememeleri durumunda davanın tümüyle çökeceğini yazdım:
“Bu zamanlama çelişkileri, mahkemeyi, belgelerin sonradan üretilmiş olduğuna karar vermeye sevk edebilecek kadar ciddidir; meğerki savcılar bunların nereden kaynaklandığını izah edebilsinler” (Taraf, 28 Aralık 2010).
Gölcük belgelerinden sonra…
Bu görüşümü, Gölcük’te Donanma İstihbarat biriminin döşemelerinin altına gömülü olarak bulunan yeni “Balyoz” belgelerine dayandırılan 3. Balyoz iddianamesinin kabul edilmesine kadar (Kasım, 2011) sürdürdüm.
Donanma’da bulunan yeni bulgular, işaret edilen ‘zamanlama çelişkileri’ni “altı yıl sonra kaleme alınmış senaryo” ile açıklayan tezi çürütecek bir içeriğe sahipti. Çünkü orada bulunan CD’lerden biri, ‘zamanlama çelişkileri’nin ve benzer ‘hata’ların yer aldığı 11 No’lu CD’nin birebir benzeriydi, daha doğrusu 11 No’lu CD’nin yeniden üretilmiş bir kopyasıydı.
Bu durum şu soruyu kaçınılmaz kılıyordu:
Madem 11 No’lu CD bir ‘sahtekârlar çetesi’ tarafından üretilmişti, onun kopyası olan 1 No’lu CD Donanma’nın kalbinde ne arıyordu?
Bu tuhaflığı açıklayabilecek iki farklı yaklaşım olabilirdi… Birincisi: O belgeleri (de) oraya ‘sahtekârlar çetesi’ yerleştirmiştir. İkincisi: 11 No’lu CD gibi onun kopyası olan ve Gölcük’te elde edilen 1 No’lu CD de sanıklara aittir. Sanıklar, 1. Ordu arşivlerinde tuttukları 11 No’lu CD’nin bir kopyasını alıp Gölcük’e de yerleştirmişlerdir.
Sanıklar ve avukatlarına göre birinci durum geçerliydi. Yani Gölcük’teki belgeler de oraya ‘çete’ tarafından yerleştirilmişti.
Gölcük’e kadar ‘senaryo’ iddiasını akıl dışı bulsam da, belgelerdeki ‘zamanlama çelişkileri’ni ve ‘hata’ları izah edemiyordum. Üstelik karşımda savunma tarafının, bunları ‘senaryo’ varsayımına dayanarak izah eden bir modeli vardı.
Gölcük’ten sonra, hem ‘senaryo’ iddiasını dışlayan hem de ‘zamanlama çelişkileri’ni izah edebilen başka bir model olabileceğini öne sürdüm. Önerdiğim ‘model’, “Bir çete, 2009’da oturup 2003’e dair bir darbe senaryosu yazdı” iddiasını öne sürenlerin ‘çete’ye atfettikleri hilenin aynısını Balyoz darbecilerinin uygulamış olabilecekleri esasına dayanıyordu…
Nasıl ki onlar, “Çete, bilgisayarda hazırladığı her dosyanın üst verilerini manuel olarak değiştiriyor, gerçekte 2009’da üretilen bir dokümanı 2003’te üretilmiş gibi gösteriyordu” diyorlarsa, ben de şunu diyordum:
11 No’lu CD darbecilerin öz malıdır. Darbenin hafızasını her daim taze tutmak için CD’deki dosyalarda yer alan bilgileri sürekli güncelliyorlardı. Yeni bir bilgi girdiklerinde ise bilgisayarın tarihini bir istihbarata karşı koyma tekniği çerçevesinde manuel olarak eskiye ayarlıyorlardı. Ki böylece, ola ki belgeler deşifre olduğunda, ‘zamanlama çelişkileri’ne işaret ederek ‘her şey sahte, her şey senaryo’ iddiasını öne sürebilsinler…
‘Maskirovka’ ya da ‘plausible deniability’
Ben bunları yazarken, darbecilik, casusluk gibi işlerde bu anlattığım şeyin kavramsal karşılığının ve pratiğinin olduğunu bilmiyordum. Bir okurum, benim ‘model’imle ilgili görüşünü bana ilettiğinde öğrendim bunu. Şöyle diyordu okurum:
“1. Hiçbir iddia makamı, sahteliği hemen ortaya çıkacak bir şekilde delil üretmez. Delil, ne yazık ki, özellikle Türkiye’de üretilebilir, üretilmiştir de ama bu kez ihtimal düşüktür.
“2. Sanıkların çok sıkı askerî eğitim aldığı, NATO okullarında eğitim gördüğü böylesi bir davada, üretilmiş delilin ortaya çıkması ihtimali çok yüksektir. Bu nedenle iddia makamı ve kolluk delil üretmeyi aklından bile geçirmemiştir bence.
“3. Darbe planlayan ekip, sizin de dediğiniz gibi, örneğin imzasız belgeler hazırlayıp izini örtmeye çalışır. Bu kurtluğun şanındandır. Refleksleri de, askerî görevleri nedeniyle, iz örtmek üzerinedir. Ruslar buna ‘maskirovka’ derler, maskeleme; Amerikalılar ise ‘plausible deniability’. Yani inkârın altyapısını hazırlamak, akla yakın reddedilebilirlik. Ki tüm savunma bunun üzerine kuruldu.
”Yani o CD bizzat Balyozcular’ın hazırladığı bir maskirovka, plausible deniability (yani akla yakın reddedilebilirlik) aracıydı. Casus romanı gibi ama tüm darbeler böyle değil mi? 2003 yılında planlar ortaya çıktığı için böyle bir yola başvurdular ve ek önlemler aldılar. CD konusundaki tüm iddialar doğru olabilir ve bence doğrudur da, çünkü o CD bugünler için hazırlanmıştı.”
Tarihin son sözü?
Bir gün elbet hakikat ortaya çıkacak ve nihai hükmü tarih verecek, fakat ben bugün de, Balyoz belgelerindeki ‘zamanlama çelişkileri’ ile başka ‘hata’ların, yıllardır öne sürdüğüm bu ihtimalle (evet, her zaman ‘ihtimal’ dedim) açıklanabileceğini düşünüyorum. ‘Senaryo’ ihtimalini bütün akıl dışılığına rağmen hiç sorgulamaksızın ‘gerçek’ diye kabul edenler, benim öne sürdüğüm ihtimalin neden ‘gerçek’ olamayacağına dair hiçbir zaman hiçbir şey söyleyemediler, akılları sıra alay etmekle yetindiler. Halbuki ilk dile getirdiğimde, bizzat Pınar Doğan ve Dani Rodrik şöyle yazmışlardı:
“Bu tuhaf senaryo gerçekleşmiş olsa dahi, belge ve CD’lerin üstverileri değiştirilmiş olduğundan ve belgelerin gerçekte ne zaman en son kaydedildiğini yansıtmadığından hukuki olarak delil kabul edilmeleri zaten mümkün değil.”
Doğru, dijital deliller üzerinde oynandığı bir kez kesinleştikten sonra bunların delil olma vasfı kaybolur. Dolayısıyla, bunlara dayanarak mahkûmiyete hükmedilemez. Fakat önceki yazılarda dediğim gibi, savunma tarafına ve laik kesimlere bu yetmedi. Onlar, davanın yalnız hukuken değil siyaseten de çökmesini istiyorlardı ve bu amaç doğrultusunda ‘senaryo’ savunmasını geliştirip 2003’te hiçbir darbe girişiminin olmadığını, olan bitenin Türk ordusuna kumpas kurmaktan ibaret olduğunun propagandasını yaptılar. Cemaat’in davayı kendi örgütsel çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere yürüttükleri faaliyetin tamamını da bu amaca tahvil ettiler ve sonunda amaçlarına ulaştılar. 17-25 Aralık’tan sonra iktidar çevrelerinin de “kumpas” söylemine katılmaları işin tuzu biberi oldu.
Son söz: Balyoz davasının ikili hakikati değişik dönemlerde bazen eski rejim, bazen Cemaat, bazen de yeni rejim (AK Parti iktidarı) tarafından siyasi pragmatizm gereği görmezlikten gelindi. Fakat gerçek şu ki, 2003’te Birinci Ordu’da gerçek bir darbe planlanmıştı. Yani ortada yoktan var edilmiş, uydurulmuş dava yoktu, fakat davaları polis ve yargı içindeki örgütlenmeleri sayesinde yönlendiren Cemaat’in davalardan doğrudan kendi lehine ilave yarar sağlamak istemesini kullanan siyasi güçler onu bir “kumpas” olarak sunabildiler.
Bence tarih, davaları murdar eden Cemaat’in yanı sıra, kendi siyasi yararlarını azamileştirmek amacıyla 2002’den sonraki darbeci girişimleri tümden aklayan yaklaşımları da mahkûm edecek.