15 Temmuz darbesi AK Parti iktidarının 14 yıllık yönetim deneyiminde, ülke içinde belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar destek bulmasını sağladı. Bence bu destek, âdetâ seçimlerin yenilenmesiyle elde edilmiş bir duruma eşdeğerdi. Halk gayrimeşru ve kanlı darbe girişimini reddederek darbecilerin karşısında dururken, iktidardan da gerekli adımları atarak, bir daha darbe ortamlarına dönülmemesini sağlayacak bir demokratik mekanizmayı hayata geçirmesi beklentisi içine girdi. Hükümetin darbe sonrasında attığı adımları dikkate aldığımızda, olumlu ve gerekli diyebileceğimiz önemli işleri var; ancak gözden kaçmaması gereken, hattâ bariz hatâ diye tanımlayabileceğimiz uygulamalar da mevcut. Önce bardağın dolu tarafına bakarak olumlu işleri sıralayalım.
(1) AK Parti, daha önceki hiçbir hükümetin cesaret edemeyeceği bir şekilde askeri yapılanmaya el attı. Orduyu sivil siyasetin denetiminde hareket edecek bir kuruma dönüştürmeyi amaçlayan çok önemli reformlara girişti. Oysa darbe öncesinde bunu yapmak veya yapmaya kalkışmak, çok zor hattâ imkânsızdı. Cumhuriyetin kuruluşundan beri âdetâ “dokunulmazlık hakkı”na sahip olan ordu, siyasal sistemin denetime açık bir kurumuna dönüştürülmeye çalışıldı ve bu yolda ciddi ilerlemeler kaydedildi.
(2) Darbeci FETÖ örgütüne karşı amansız bir mücadele başlatıldı. Devletin en üst tepesine kadar çıkmış olanlara bile dokunuldu; operasyonlar sadece alt tabaka, belirli bir bölge veya belirli bir kesimle sınırlı kalmadı. “Belirli bir bölge”den kastım, operasyonların Fırat’ın doğusunda da, belki ilk defa adamakıllı yürütülmesiydi. Yıllarca devlet içine çöreklenmiş olan bu yapının gayrimeşru ve gayri hukuki bütün yolsuzlukları, sınav hırsızlıkları dahil, açıkça ortaya kondu. Darbeci çete kamuoyu nezdinde mahkûm oldu. İnsanlar bir cemaatin nasıl da bütün devleti ele geçirmek amacıyla, âdetâ örümcek ağı gibi her yeri kapladığı ve neredeyse her kurumu ele geçirdiğini gözleriyle gördüler.
(3) Darbe karşıtı dış destek, iç destekle orantılı olmadı. Hattâ darbenin ilk günlerinde, Batı medyasında “darbeyi Türkiye’nin son şansı” diye yorumlayanlar bile oldu. Kanımca bu algının oluşmasında, özellikle dışarda ciddi bir örgütlülüğe sahip olup, binlerce eğitim kurumunu elinde tutan ve “dil bilen” FETÖ’cuların tavrı belirleyici oldu. Galiba YÖK ve TÜBİTAK’ın yurt dışına öğretim elemanı gönderme programlarında oldukça “yetkili” ve “mahir” olan örgüt, meselenin diplomatik ayağını sağlam kazığa bağlamıştı. Buna rağmen hükümet, kısa sürede dış destek noktasında da iyi bir sınav verdi. Başta ABD olmak üzere pek çok Batılı ülke, darbe karşısında daha ilk andan itibaren ilkeli bir tutum geliştiremedikleri için mahcubiyetlerini dile getirdi.
Bu üç temel noktada hükümetin isabetli davrandığını dile getirmek durumundayız. Ancak daha sonraki sürecin iyi yönetilmediğine, hükümetin darbe karşıtı “krediyi” iyi kullanmadığına işaret eden birkaç temel husus da var.
(1) Memurluktan atılma ve görevden uzaklaştırmalar konusu. Çok kısa bir zaman zarfında binlerce insanın işlerinde uzaklaştırılması, ister istemez, “kurunun yanında yaş da yanar” özdeyişini hatırlattı. Gene de kimi uygulamaları “akılla” açıklamak zor gibi görünüyor. Şöyle bir örnek verelim: Diyarbakır’da “kapkaç” olayları oldum olası yüksekti. Hemen herkesin şikâyetçi olduğu bu belâya nedense bir çözüm bulunamadı. Diyelim ki kentteki bir bayan öğretmen, sırf bu kapkaç belâsından dolayı “maaşını” evlerinin altında bulunan Bank Asya’dan alıyordu. Ancak aynı öğretmen şimdi, sırf bu yüzden, FETÖ bağlantısı gerekçesiyle açığa alınabiliyor. Yine Muş’ta, çalışan eşlerin çocuklarını gündüz bırakabildikleri bir tek özel ilk ve orta öğretim kurumu vardı. Havalimanında çalışan bir tanıdığım, FETÖ ile hiçbir bağı olmadığı halde, sırf çocuğunu bu okula göndermiş diye işinden uzaklaştırıldı. Bu arkadaşımızın abisi CHP il başkanı; aile olarak FETÖ çevresine hiçbir sempatilerinin olmadığını tüm Muş biliyor.
(2) Yaklaşık 12,000 Kürt öğretmenin PKK’yi “destekledikleri ve sempati duydukları” gerekçesiyle açığa alınması, bölgeden derin bir huzursuzluk yarattı. Şüphesiz FETÖ bağlantısı nedeniyle açığa alınan çok sayıda Kürt öğretmen de var. Ama ilginçtir, bu noktada pek ciddi bir itiraz yok, çünkü darbeci bir yapıya bilerek destek vermek veya arka çıkmak, halkın sempatiyle bakacağı bir durum değil. Öte yandan, Türkiye’de Kürtlerin kamuda en çok istihdam edildikleri memurluk öğretmenliktir. Kürt paşa çıkmazdı, ama öğretmen çıkabilirdi. 12,000 Kürt öğretmenin birden bire açığa alınması, insanların aklına tekrar “ayrımcılık ve dışlanmışlığı” getiriyor. Kürt meselesinde şiddeti bertaraf etmenin etkin yolu, 12,000 Kürt öğretmenin ekmeğinden edilmesi değil, 12,000 Kürtçe öğretmeninin atanması olabilir.
(3) Somut delil ve gerekçeler olmaksızın, gazetecilerin, aydın ve yazarların gözaltına alınıp tutuklanmasının evrensel standartlarda bir izahı yok. Şüphesiz hiç kimse, asla suç işlemiyeceği gibi bir muafiyete sahip değil. Ancak Ahmet Altan, Mehmet Altan, Necmiye Alpay, Aslı Erdoğan, Şahin Alpay, Nazlı Ilıcak ve adlarını sayamadığım daha pek çok yazar, bir gün bile içerde tutulmadan ifadelerine başvurulabilirdi. Yine 80 yaşındaki Hilmi Yavuz’un evine giderek de ifadesi alınabilir; firari bir sanığın tekerlekli sandalyeye bağlı kaynanasının polis eşliğindeki resimleri basında yer almayabilirdi. Çünkü suç bireyseldir ve suçun sorumlusu bireyin kendisidir. Bu türden uygulamalar, iktidarın darbe sonrasında elde ettiği kamu desteği ve meşruiyetine büyük zarar veriyor. Aydın ve yazarların gözaltına alınıp tutuklanmaları, insanın aklına FETÖ’nün suçsuz insanları içeri atarak Balyoz ve Ergenekon dâvâlarını sulandırmasını getiriyor. Sayın cumhurbaşkanının “at izi it izine karıştı” beyanı bu gibi durumlara işaret ediyor olmalı.
(4) DBP belediyelerine kayyum atanması, darbecileri bertaraf etme sürecinin devamı şeklinde olmamalıydı. Kürtler 12 Eylül 1980 darbesinden önce dahi Batman, Ağrı, Bingöl ve Diyarbakır gibi yerlerde belediye yönetimlerini kazanır ve belediyeleri yönetirdi. Kayyum atanan belediyelerde ilk iş Kürtçe tabelaların indirilmesi de ayrı bir dert oldu. Neyse ki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ismiyle müsemma, “soylu ve sağ duyulu” bir beyanla “Kürtçe bizim dilimizdir” dedi ve bu yanlışın düzeltilmesini sağladı.
(5) Özel mülkiyet hakkına daha fazla özen ve saygı gösterilmeli. Osmanlı devleti, müsadere sistemi çerçevesinde, görev süresince (haksız kazançla?) zenginleşmiş devlet yetkililerinin mallarına zaman zaman el koyardı. Daha önceki İslam devletlerinde var olan bu uygulama, Osmanlı’da ilk defa Fatih Sultan Mehmet döneminde benimsendi. Çok sonra II Mahmut, müsaderenin mahkeme kararıyla kamu malı olduğu tespit edilen servetlere uygulanması kuralını getirdi. FETÖ’nün elindeki çoğu mal ve servetin “devlet” desteği ve imkânlarıyla elde edildiği sır değil. Ancak bu uygulama şahıslara yönelik olduğunda, son derece dikkatli davranılmalı ve hukuktan şaşmamalı. Machiavelli, Hükümdar adlı eserinde, “Gerektiğinde sebepleri açıkça belirtierek birinin kanına girilebilir. Ancak özellikle kimsenin malına dokunmamak gerekir. Çünkü insanlar babalarının kaybını unuturlar da mallarının kaybını unutamazlar” der. Liberal düşüncenin babası kabul edilen John Locke’un da “mülkiyet” hakkını, yaşam hakkı ve özgürlük ile bir arada ele alması son derece önemlidir.
Türkü ve Kürdüyle Türkiye toplumu, iktidara darbecileri cezalandırma ve birilerinin artık bu ülkede asla darbeye kalkışamayacağı hukuki ve siyasi ortamı hazırlama yetkisi verdi. Bu konuda geniş bir kredi açtı. Umarım iktidar bu krediyi doğru yerde ve doğru biçimde kullanır ve ülke bir an evvel normale döner.