Ana SayfaYazarlarDâvâ siyaseti

Dâvâ siyaseti

 

Bazı muhafazakârların, söylerken siyasetin çok ötesinde bir büyük ideal uğruna nefsini feda ediyormuş huzuruna erdiğini hissettiren bir tabir, dâvâ siyaseti. Şöyle bir tavır: Biz “kariyer siyaseti” değil “dâvâ siyaseti” yapıyoruz, yani şahsi ikbal, mevki, makam ya da dünyevi getiriler peşinde değiliz; hak gibi, adalet gibi, zulme maruz kalanlarla birlik olmak gibi büyük amaçlar uğruna, bunu bir vazife bilip mücadele veriyoruz.

 

Cemaatler de aynı şeyi siyasetten uzak durarak yapmaya çalıştıklarını söylemişlerdir hep. Siyaseti küçümseme, yozlaştırıcı olduğundan hareketle bulaşmama tavrının yarattığı apolitikleşmeden doğacak boşluğu bir büyük dâvânın içinde eriterek, insanlar üzerinde daha güçlü — ve de kalıcı — bir etki yapmaya çalışmışlardır. Dâvâ siyaseti sosyolojik anlamda bir tür “cemaatçi siyaset’”tir; aynı partiye oy verenler arasında, siyasal bir topluluğun üyesi olmanın ötesinde, ruhsal bir bağlılık ve manevi bütünlük hali gözlenir. Bireyler topluluğu, yerini ait olunan bir topluluğun bireylerine bırakır. Öncelik-sonralık ilişkisi yer değiştirir ve bu, sadece davranışlarda değil, zihinlerde de aynı şekilde bir işleyiş gösterir. Örneğin bu olduğunda, önce oy verilip sonra sebepleri bulunabilir.    

 

Dâvâ siyaseti, sembolik olarak, bu topraklarda alabildiğine yozlaşmış, pespayeleşmiş, sıradan insanların bütün güvenini kötüye kullanarak paraya ya da başka bir güce tahvil etme aracı olmuş siyasete karşı esaslı bir başkaldırıdır. Haklı gücünü buradan alır. Çünkü kabul etmek gerekir ki bu ülkede siyaset, yozlaştırıcı bir şey olarak görülmüştür; halkın yakıcı sorunlarını ideolojik çekişmelere feda eden; kendi çocuklarını yiyen; farklı yaşam biçimlerine, inançlara ve kesimlere karşı tepeden inme bir tavırla baskıcı politikaların peşinden giden; çıkar için yapılan bir uyanıklık haline dönüşmüştür. Hemen her zaman güçlünün yanında olmuş, bir güçlüler iktidarı olarak hizmet görmüştür. Dâvâ siyaseti işte bütün bunlara — bir kelimeyle politik realizme — karşı idealist duruşun her defasında güçlenerek kendini yeniden ifade etmesinin heyecanlı bir dışa vurumu olarak ortaya çıkar. O anlamda, İslâmcılık demenin, daha az ideolojik — ya da ideoloji-üstü — olduğu düşünülen başka bir biçimidir de denebilir. Bu durum iç politikayla dış politika arasındaki ayrımı da kaldırır ve her ikisini üst bir ideal çizgide birleştirir.

 

Dâvâ siyaseti, halkın yaka silktiği reelpolitiği idealist bir yerden altetmedir. Buna öncülük edenlerde “halka rağmen” ve halkı uyutarak ya da kandırarak sürdürülen kötücül bir iktidara son vermenin ruhsal tatmini ve kolay kolay alt edilemeyecek psikolojik üstünlüğü vardır. Eğer ki siyaset, haksızlığa uğrayanlar, adaletsizliğe maruz kalanlar, zulüm altındakiler için yapılmayacaksa, geriye kalan hiçbir amaç “meşru” ve “ahlaki” değildir, olamaz; dolayısıyla da kim ne derse desin biz bu davadan dönmez, kendimizi bu yola adarız… tavrı hakimdir.  Çünkü biliriz ki siyaseten kaybetsek bile ahlâken kazanırız. Şimdi gücümüzü yitirsek bile gelecekte daha büyük bir iktidar olarak doğarız. Bu düşünceler bir içses olmaktan daha fazlasıdır. Böylesine, kaybetmenin kazanmak olduğu bir ethos’unuz varsa, hele bir de kaybetmiyor ve giderek güçlenen bir başarıya ulaşıyorsanız, dâvânız artık sizin olmaktan çıkmış bir hakikat dâvâsı haline gelmiştir. Dünya gözüyle karşı çıkılamaz, eleştiri getirilemez ve sözünün üstüne söz söylenemez olursunuz. İdeoloji, kutsal bir karışımla mukaddesleşir; ne var ki bir ideolojiye atfedilen kutsallık arttıkça, adına siyaset yapılanları anlama gücü zayıflar. Bu esnada kaybolan güç, karşıyı altetmekten devşirilir.  Sürekli bir altetme ihtiyacı iktidarı ayakta tutan motivasyon olur.

 

Ortada bir dâvâ varsa, mutlaka hakkını almaya çalışan, savunulması gereken, mağdur ve mağrur en az iki taraf vardır. Dâvâ siyaseti yapanlar, halkın büyük mağduriyetlerine ve uğradıkları haksızlıklara son vermeyi, bunu yapanlardan hesap sormayı ve gelecekte bütün bunların tekrar yaşanmamasını sağlayacak bir sistem inşa etmeyi aynı anda yapmaya çalışırlar. Kendilerini ezilmiş kitlelerin gönüllü avukatlığını yapan kişiler olarak algılarlar. Burada parti, siyasal sistemin işleyişinin olağan bir kurumsal gerekliliği değil, bir tür idealistler topluluğudur. Esas olan “büyük ideal”dir ve şahısların bunun önüne geçmesine ya da buna zarar vermesine izin verilmesi “dâvâya ihanet”tir.

 

Herkes kendi nefsini dâvâ içerisinde eritmeli, büyük ideal için küçük sorunları mesele yapanlarla yola devam edilmemelidir.  Şahıslar gelip geçici ve fanidir; baki olansa büyük idealin dâvâsıdır; o, hep sürmüş hep de sürecek olandır. Gün gelip bütün haksızlıklar dünyadan silinse bile bu dâvâ — tıpkı Kafka’nın dâvâ gibi — sürgit devam edecektir. Çünkü dâvâ siyaseti, içeriği oldukça soyut olan; konuşulmadan, söze ya da parti programına dökülmeden bilinir kılınan; aslında gerçek bir yargılananı, yargılayanı ve de iddianamesi olmayan; toplu halde herkesçe bilinen ama tekil olarak kimsenin tam olarak bilmediği, heyecan gücü ve harekete geçirici potansiyeli muğlaklığı ölçüsünde yüksek bir “idealist siyaset”tir. Soyut bir düzlemde ve dolayısıyla hayatın reel somutluğundan çok halkın tasavvurlarında kendine yer bulur. Sekülerlik bu idealin dünyevileştirilmesi demektir.

 

İdealizm genellikle birci ve tekçidir. Amaçlar bir, dâvâ tek’tir. Böyle bakıldığında, bu dâvânın aksine hareket edenler, başka bir dâvâya hizmet veya muhalefet eden, her halükârda demokratik meşruluğu olan kimseler gibi görülmekten çok, bizim dâvâmızın mücadele edilen karşı tarafı haline getirilirler. Sonrasında da altedilirler, çünkü bu yapılmayıp karşılıklı bir demokratik mücadeleye girildiğinde, ideal olan, reel dünyanın bağlamı içerisine sokulmuş ve “kirletilmiş” olur. Bu biraz Mary Douglas’ın Saflık ve Tehlike’de anlattığı durum gibidir. Gerçek anlamda yapılacak, eşitler-arası bir demokratik mücadele, saflığın kaybedilmesine, dâvânın kirlenmesine ve tehlikenin başgöstermesine sebep olabilir. Buna bağlı olarak, siyasal partiler (birbirlerini tamamlayıcı) farklı görüşler etrafında bir araya gelen insan toplulukları olmaktan çıkarak, birbirlerini altetmeye çalışan ideolojik kamplara dönüşür. O andan itibaren demokrasi bir tür uzlaşmazlık rejimi haline gelir ve açıktan yaşanmadığı zamanlarda bile sürekli bir çatışma hali alttan alta varlığını sürdürür. Bunun yaşanan somut dünyadaki toplumsal karşılığı, hayatın her alanında yaşanan bir güvensizlik, endişe ve tedirginlik halidir. Buradan hareketle şu da denebilir ki siyaset, bir tür altetme oyununa dönüştüğünde eninde sonunda altedilen zavallı halkın kendisi olur ve sistem kaçınılmaz bir biçimde hegemonikleşir. 

 

Sorun şu ki, dâvâ siyaseti aynı zamanda demokratik siyasetle örtüşmeyen bir ideolojik kutsallık ve değişmezlik içerir. Zaman içinde maruz kalınmış olan haksızlıklar ve mağduriyetler kimlikleşir. Siyasal birey, yerini dâvânın parçası olmuş bireye bırakır. Her şey araçsallaşır. İnsanlar, makamlar, hizmetler, mücadeleler her şey, bir büyük ideal uğruna kolaylıkla araçsallaştırılır ve ancak bu yapıldığında anlam kazanır hale gelir. Örneğin polislik polislik, ekonomi ekonomi ve hizmet hizmet için yapılır olmaktan çıkar; her şey ancak büyük amaca hizmet ettiğinde anlamlı olabilir. Burada insanlar, konusunu ve içeriğini bilmeseler de neye evet neye hayır demeleri gerektiğini veya neye el kaldırıp neye kaldırmamaları gerektiğini bilmekte; kendi tarafında olanlarla olmayanları kendiliğinden ayırdedebilmekte; siyasallıklarını siyaset yaparak değil dâvâya hizmet ederek yeniden üretmektedirler. Her şeyi üst amaca göre düşündüklerinden, yaptıkları işler ve düştükleri hatâlar artık bütünüyle kendilerinin olmaz; işin sorumluluğu şahsi ve hesabı verilebilir olmaktan çıkar. Bunun uç halinde ise siyaset, insana giden yolda bir araç değil, insan siyasetin — yani dâvânın — aracı haline gelmiş olur. Çünkü tekil bir kurtuluş söz konusu değildir; ancak büyük dâvâ kazanıldığında, toplu bir kurtuluş mümkün olabilir.

 

Dâvâ siyaseti aydın karşıtıdır, anti-entelektüalisttir. Toplumun düşünenleri ve eli kalem tutanları ile uğruna siyaset yapılan mağdur kesimler arasındaki uyuşmazlığın farkındadır, çünkü entelektüel, her ne kadar topluma konuşsa da, muhatabı tekil bireydir. Her ne kadar düşüncenin kendisi beklentisiz, çıkarsız ve karşılıksız olsa da, her zaman için realiteden hareket etmekte, bu yönüyle dâvâ siyasetinin tam tersi bir seyir izlemektedir. Düşünce adamı olarak entelektüel, hiçbir zaman büyük kitleleri etkileyip harekete geçirme gücüne sahip değildir. Düşünce — eğer ki ideolojikleşmemişse — bireyseldir ve bireysel bir alış veriş konusudur. Bu bireyselliği, yani popülerlikten uzak doğası, onu kolaylıkla seçkinci bir imaja bürüyebilir, halkın “karşısına” konumlandırabilir ve o andan itibaren, dâvâ siyaseti açısından, haksızlıkların savunulmasının kitleselleşmesinin önünde birer engelleyici gibi görülebilir. 

 

Burada, içeriğinden bağımsız olarak düşüncenin kendisi bizatihi dâvâ konusu olabilir, çünkü o, sadece kendisine hizmet eden bir işleyişe sahiptir. Daha açık bir deyişle, düşünce, siyasal ideallere giden yolda ancak yolu daha aydınlık kılan; dolayısıyla olası engelleri, çukurları ve zorlukları da daha görünür kılmış olan bir işleve sahiptir. Gözü kapalı cesareti azaltıcı, karanlığın ucundaki ışığa giden yoldaki karanlıklara ışık tutucudur; ama bunu, o yolda yürüyeceklerden önce kendi yolunun üzerini temizlemek için yapmıştır. Dâvâ siyaseti, saf düşüncenin karşılıksızlığı ve beklentisizliğiyle sorunludur, çünkü hep bir üst amaca hizmet etme adına her şeyin araçsallaşabileceği düşüncesi, dâvâ siyasetini ayakta tutan omurgayı oluşturur. Aksi, “faydasız ilim” kabilinden, gerçekliği (yani siyaseten halkta bir karşılığı) olmayan, bencilce bir fantezi oyunu gibi algılanır.  Ne var ki düşünce, insanın aksine, araçsallaştırılabilir birşey değildir; sadece manipüle edilebilir ya da kötüye kullanılabilir. Görmezden gelinebilir, yok sayılabilir, ama araçsallaştırılamaz.

 

Demokrasilerde yetki, milletten çok ve milletten önce, siyasal öznededir. Yani demokrasinin çoğul bir öznesi yoktur; yetkiyi kullanacak olan, tekil bireydir. Öznenin çoğul olduğu demokrasilerde, çoğunlukçu bir işleyişin doğması da yine kaçınılmazdır. Demokrasi, eski tabiriyle ferdiyetçi bir rejimdir ve cemaatçi düşüncelerle doğası gereği uyuşmaz yanlara sahiptir. Çoğunlukçuluğun olası mahzurlarından kaçınmanın en önemli yolu, demokratik özne olarak, “halklar”ı, toplulukları ya da “millet”i değil, siyasal bireyi görmektir. O nedenle, kendisi gibi olmayan, kendisi gibi görüp düşünmeyen ya da yaşamayan herkesten şikayetçi olan “dâvâcı” arkadaşlar, millet adına savunmaya geçtiklerinde, esasen siyaseti yargı konusu yapmakta ve siyasal öznenin hür düşünüşünü yargı yoluyla pozitif hukukun sınırlarına hapsetmeye çalışmış olmaktadır.  

 

Çok söylenen klişeyi bir kez daha aynen tekrarlamamak için biraz değiştirip söylersek, siyaset yozlaştırıcı, mutlak siyaset mutlak surette yozlaştırıcıdır ve öyle görünüyor ki bir tür mutlak siyaset olarak dâvâ siyaseti, ancak muarızlarının bütün düşünsel alanını kapatarak kendi gücünü muhafaza edebilmektedir.  

- Advertisment -