İlhan Uzgel Radikal İki’nin 1 Temmuz 2012 tarihli nüshasında bilhassa Arap Baharı sonrası yaşanan gelişmeler, İsrail ile olan ilişkilerin neredeyse rafa kaldırılması ve Suriye’deki Esed rejiminin yarattığı krizle birlikte gelinen noktada Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli kitabında tafsilatıyla ve uluslararası ilişkiler disiplinin prensipleriyle ortaya koyduğu “Komşularla Sıfır Sorun (KSS)” merkezli dış politika perspektifinin iflas ettiğini; bu dış politika bakışına bağlı olarak Türkiye’nin düzen kurucu ve nüfuz alanı olan coğrafyalarda söz sahibi olma hasletini de kaybettiğini belirten son derece önemli bir yazı kaleme almıştı.Uzgel, Davutoğlu’nun teorik ve aksiyoner eskizlerini çizdiği bu söylemin hem felsefi temeli hem de Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi bağlamı göz önüne alındığında sağlam ve realist bir anlayış olmadığını ileri sürmüştü. KSS’nin evvel emirde AK Parti’nin iç politikaya dönük bir diskur işlevi gördüğünü belirtmişti.Esasında Mısır’da Mursi’nin ve İhvan’ın askeri bir darbe ile iktidardan indirilmesi; bunun yanında Suriye’de soykırımcı Esed rejimine karşı hâlâ uluslararası bir askeri müdahalenin yapılmayarak Esed’in iktidarını sürdürmesi gibi güncel gelişmeler göz önüne alındığında, Uzgel’in temsil ettiği Kemalist-modernleşmeci dış politika paradigmasının eleştirileri yerindeymiş gibi görünüyor. Ancak meselenin özü bunun çok daha ötesinde bir bakış açısını ve analizi gerektiriyor.İlk elden şunun altını çizmek gerekiyor: Günümüzün küreselleşen ve sorunların çok boyutlu hale geldiği bir uluslararası politikalar düzleminde/evreninde ülke içerisinde uygulanan siyasaların dış politikada aktif olarak kullanılacak olan politika enstrümanlarını etkilememesi mümkün değil. Dolayısıyla iç ve dış politikanın hem kavramsal hem de pratik olarak iç içe geçmişliği ülkeleri yöneten siyasal iktidarları dış politika yapım süreçlerinde aynı zamanda iç politikada vuku bulan gelişmeleri dikkate almaya zorluyor.Benim bu yazıdaki meramım esas itibariyle KSS’lu dış politika anlayışının ve bunun türevi olan düzen kurucu stratejik ülke konumlu bir Türkiye tasavvuruna dayalı dış politika vizyonunun Uzgel’in yazısında temsil edilen Kemalist-modernleşmeci dış politika perspektifinin tersine felsefik ve tarihsel bir temelden yoksun olmadığı; bilakis aslında son derece felsefik ve ideolojik bir tercihten, yönelimden kaynakladığını ileri sürmek.Argümanımı bir kademe daha ileri taşımam gerekirse ben Davutoğlu nezdinde uygulamaya koyulan cari dış politika tercihlerinin Kemalist-modernleşmeci dış politika paradigması yerine “kendi” paradigmasını yarattığı kanaatindeyim. Ve aslına bakarsanız Türk dış politikasında uzun yıllar hakim olan paradigmadan bir anlamda bir kopuşu temsil eden Davutoğlu patentli dış politika vizyonu tarihsel olarak bize pek de yabancı olmayan bir paradigmaya işaret ediyor. Dilerseniz bu noktayı biraz açalım.Şüphesiz, AK Parti iktidarı ile birlikte Türk dış politikası önemli değişimler ve dönüşümler geçirdi. Her ne kadar son dönemde inişli çıkışlı bir grafik sergilese de, gerek AB’ye üyelik süreci bağlamında gerek Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika coğrafyaları özelinde Türk dış politikası geleneksel parametrelerinden kayda değer kopuşlar göstermiş ve hareket alanını giderek genişleterek uluslararası siyaset arenasında sözüne kulak verilmesi ve önemli oranda sözü dinlenmesi elzem olan bir küresel aktör konumuna gelmiştir.Mevcut Türk dış politikasının uluslararası ölçekte geliştirdiği konumun; genişleyen etki ve nüfuz alanının arka planında yatan vizyonun/zihniyetin temelinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bulunuyor. Türk dış politikası mevcut koşullarda onun bu fikirleri üzerine inşa edilmekte: AB + KSS dış politika perspektifi ekseninde komşularla sorunsuz ve iyi ilişkiler içinde bulunmak; Ortadoğu’daki demokratikleşme ve liberalleşme yönünde siyasi ve sosyal hareketleri desteklemek (bkz. Arap Baharı süreci) bu noktada öncü bir aktör gibi davranmak; ana akım uluslararası aktörlerin dışladığı İran ve Suriye gibi rejimleri değişim ve reform yönünde teşvik etmek ve ilişkiler geliştirerek bu ülkeleri sisteme entegre etmek adına girişimlerde bulunmak; başta Orta Asya, Latin Amerika olmak üzere neredeyse Türkiye’nin kollarını uzatabildiği (Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’te ortaya koyduğu yayından olabildiğine genişleyerek atılan ok metaforu) her bölgede aktif ve varlığını hissettirme durumu. Bütün bunlar Davutoğlu’nun stratejik ve derinlikli dış politika bakış açısından teşekkül ediyor.Ve tabii ki bu politikaların iç politikada AK Parti’ye getirilerini unutmamak gerekiyor. Özellikle de partinin iç politikada sıkıştığı dönemlerde dış politikadaki olumlu gelişmelerin AK Parti adına rüzgârı nasıl tersine çevirdiğine defaatle tanık olduk.Doğrusunu söylemek gerekirse bizim Davutoğlu’nun derinlikli bakış açısını kavramamız bakımından zaten felsefi ve tarihsel bir modele ihtiyacımız vardı. Dış politika mevcut şartlarda onun bu fikirleri üzerine inşa ediliyor. Peki bu fikirler manzumesi nasıl bir felsefik, ideolojik ve tarihsel düşünsel çizgiden besleniyor?Ben bu soruya şu şekilde cevap vermeye çalışıyorum: Türkiye modern ulus devlet olmasını resmileştiren ve düvvel-i muazzama bunu kabul ettiren kurucu anlaşması Lozan’da fiziksel varlığın kurtarmak için kültürel varlığını feda etmiş bir ülkedir. Dolayısıyla, o günkü taktik davranış bugüne kadar değişmeden bir anlamda bizim bütün genetik kodlarımıza iç politika da dış politika da sinmiş bir gelenek oluşturmuştur. Tarihsel kökleri pozitivizmden beslenen modernist siyaset anlayışına dayalı Kemalist Cumhuriyet ideolojisi olarak imlediği gelenektir bu.Lozan anlaşması kuşkusuz çok başarılı ve avantajları büyük bir anlaşmadır ama o ölçüde bedelleri olan da bir anlaşmadır. Orada biz kültürel varlığımızdan, hüviyetimizden ve kimliğimizden vazgeçtik. Bunun yerine daha çok İslam’ın ve dini hayatın biraz da ifrata kaçarak mesaj vermek adına görünür olamaması yönünde Fransız usulü Jakoben laiklik politikalarının uygulanması doğrultusunda bir tarihsel serüveni ve felsefeyi tercih ettik.Peki şu anda yeni olan ne? Eğer iç siyasette de bir yenilenmeden söz ediyorlarsa, günahıyla sevabıyla eski siyaset yerine yeni açılımdan bahsediliyorsa, bir dış politika rejiminde de bu yönde bir yenilenmenden söz edebiliriz. Kuvvetle muhtemeldir ki mevcut iktidar muhafazakâr modernleşmeci bir paradigmayla hareket ederek; bugünün koşullarına uygun bir biçimde modernleşme manivelasını kullanarak Lozan’da sarf-ı nazar ettiğimiz kültürel kimliği geri çağırıyor. Ve muhtemeldir ki yine küresel güçlerle yani bir tür eski borç çeklerini alıp yerine yenilerine vererek bir tür takas anlaşması yapmış görünüyor.Burada laikliğin tarihsel serüvenimiz içindeki uygulamalarına atıf yapmamız lazım. O da dini hayatın mümkün mertebe görünür olmaması ile ilgilidir. Bu kadar radikal reformların yapılmasını da belki bununla açıklamak mümkün olabilir. Yani tarihsel sürecimiz içerisinde II. Mahmut’un Batı tipi modernleşmesi ile Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşmesinin yaşadığı diyalektik bugün Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşmesinin öne geçmesi ve artık bir dış politika rejimi haline dönüşmesi iç politikada da yeni bir yapıya, mimariye dönüşmesi ile karşımıza çıkıyor. Bugün Davutoğlu’nun parametrelerini belirlediği ve AK Parti iktidarının uygulamaya koyduğu politikalar ekseninde baktığımızda yeni olan budur.Tabii modernleşme burada anahtar kavram. Dolayısıyla, bizim bugünümüzü anlamımızın en önemli püf noktası budur. Nasıl ki Avrupa tarihsel tecrübesinde burjuvazi modernleşme manivelasını kullanarak eski düzeni, yani aristokrasi ve kilisenin alaşımından oluşan ancien régime’i tasfiye ettiyse aslında bizim Cumhuriyetin ilk nesli de benzer yöntemle yine modernleşme manivelasıyla hanedan ve medresenin alaşımından oluşan eski düzeni tasfiye etmişti.Fakat, tarihin garip bir tecellisidir ki mevcut muhafazakâr iktidar da yine modernleşme manivelasını kullanarak ve bu sayede de Batılılardan büyük bir hamiyet ve destek görerek eski Türkiye’yi ve düzeni tasfiye ediyor. Onun yerine ikame edilen her şey yenidir; her ne kadar dış politika geleneğimiz içerisinde dünden bugüne bugün yapılanların karşılıklarını referans olarak buluyor olsak bile, çok daha köklü ve radikal bir paradigma değişimi ile karşı karşıya olduğunuzu kabul etmemiz gerekiyor.Ez cümle Türkiye, bu yeni paradigma ile Lozan’dan bu yana yani artık o bedel ödemeyi bir yana bırakmayı kabul ettiğinden bu yanadır, yepyeni olasılıklar yaratabilen, yeni ittifakların oluştuğu bir merkez haline geldi. Bu rol böyle sağlandı ve dış politika da buna göre şekillenmek zorunda. Bunun riskleri şüphesiz son derece ciddi ve çeşitli. Ancak risksiz dış politika da adeta eşyanın tabiatına aykırı. Davutoğlu’nun ve AK Parti iktidarının dış politika kavrayışının ve uygulamalarının kabaca hatlarını çizmeye çalıştığım bu tarihsel analiz çerçevesi üzerinden okunmasının daha anlamlı olacağını düşünüyorum.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik