Ana SayfaYazarlarDelikanlı genç kıza mahallede rastlamış

Delikanlı genç kıza mahallede rastlamış

 

Çocukluğumda sokak köpeği çoktu da…

Önceki yazımdan devamla, biz “sokak çocukları” için öyle bir kavram yoktu sanki.

Sokağın, mahallenin köpeği; köpeğimiz vardı.

Oyunlar dâhil, her an yanımızda.

Kovalamacada zıp zıp, saklambaçta tam siper, futbolda ikibuçukluk… (¹)

Mahallenin bobileri, çomarlarıyla, iskambil hariç her oyunu oynardık.

Onlar da bunu anlar, kıvrılırdı bir köşeye doğrusu.

 

Ebeveynler de sabah-akşam karşılaştığı -Emrah Serbes’in deyişiyle-  “vasıfsız sokak köpeği”ne kendi mezhebince selam verirdi.

Hepsi haz etmese de, bilirdi ki o bobi evladının kıymetlisi.

Yazın mahallede eski kilimler, minderler, bahçelerin kuytusundaki tahta sedirler, kışın tahkim edilmiş merdiven altları, desteklenmiş koliler köpeklerin, kedilerin köşeleriydi zaten.

Bakımı da öyle bütçe filan gerektirmezdi.

Mahalle kasabından kemik, etin deri vb. artık bölümleri, akciğer ona mahsus eski tencerede hazırlanır, mahalle sütçüsünden de -sulandırılmış- kedi payı…

Esnafın bu çıkmaları mahalleye ayakbastı parasıydı bir anlamda.

 

Organikti oyunlarımız sonra, cevizi misket eyleyip “baş” oynardık mesela.

Türkülerimizin, oyunların hikâyeleri “yaşamdan”dı zaten.

“Ceviz oynamaya mı geldin odama /Nişanlın da bu mu da derler adama” türküsünü mahallede aynen, “true story” yaşadık.

Kapıcının 15 yaşındaki kızıyla evlenen 16’lık “delikanlı”, içgüveysi girdiği evden her gün kaçıp kaçıp bizimle misket, ceviz oynardı da…

Ekmek-gazete servisine çıkmadığı için kayınbabası İmdât Efendi çok kızardı ona.

Gözünü morartmıştı bi tepikte… De ki şöyleydi repliği:

“Ceviz oynamaya mı geldin ülen, iki göz odamıza…”

 

Walking Dead teyzeler

 

Çevreciliğe, hayvanseverliğe istisna… Kadınlarda kürk modaydı.

Ama bizim mahalleye anca “etol” cürmünde yansırdı.

Bir de başıyla birlikte gözüne boncuk konmuş “tilki yaka kürk”ler vardı ki, Walking Dead…

Aynı kürkten şapkasıyla Davy Crockett gibi gezinirdi bazı “balık eti” teyzemler.

Haz etmezdik o görüntüden.

Zengin gösterirdi. Ama yutmazdık.

İki gün sonra, teyzem, tilki, ben… Hep beraber, gaz ya da Sana yağı kuyruğunda.

“Bugün bana, yarın Sana”yı öğrenmek için, kaç fırın ekmek yediğimizi, siz nereden bileceksiniz.

 

“Canlı”ydı oyunlarımız. Capcanlı…

Cırcır böcekleri ses çıkaran, kırtasiyede satılan “zırıltı” hevesimizi tatmin eden oyun malzemesiydi bazen.

Kurbağa, çekirge yarışları, altılı ganyan.

Uç uç böceği dersen, o yaşlarda hiçbirimiz ona mırıldandığı şarkıları, vaatleri, o mütemadi serenadı sevdiceğine seslendirmemiştir:

“Uç uç böceğim, yarın düğün olacak /Annem sana terlik pabuç alacak.”

 

Kertenkelenin eksilen bir parçasını bırakıp inadına yaşamasından ders çıkarıp, “belkim bir kertenkeleydim” demek de vardı.

O küçük dev aşkları öyle atlattık. Bir parçamız orada kaldı, kalanıyla oyuna devam.

Teselli önce anadan, sonra Can Yücel’den geldi:

“Bir güzelin çirkiniydik /çirkinlerin en güzeli

yeşil koşsa güneşlerin gölgesi

biz en hızlı yeşiliydik /kurbağa yarışlarında annemizin…”

 

Mahremi ipek böceğinden öğrendik

 

Seziyorduk, yaşıyorduk oyunlarımızda ki, biz “doğadan”dık.

Bize “Leylek getirdi” demeye fırsat bulamadı ebeveynlerimiz.

Üremeyi, başkalaşmayı, sevince/sevişince kelebek olmayı, kutusunda dut yapraklarıyla beslediğimiz ipek böceklerinden öğrendik.

 

O “çirkin” tırtılların birleştikten sonra kozasına çekilmesini, oradan bembeyaz kelebeğe dönüşüp çıkmasını bizzat gördüğümüz için, kurbağalıktan kurtulmanın çaresini uzunca bir dönem prensesin öpücüğünde aradık.

Ama saraylarda değil, komşu kızında…

Serenadımız da hazırdı Erkin Baba'dan:

"Bana bir kez gülmez misin komşu kızı /Hiç karşılık vermez misin komşu kızı

Günüm gün olmaz seni görmeden /Gözlerim ayrılmaz pencerenden."

Çatal matal kaç çataldı kimbilir yüreğimiz.

 

Güzellik mi, çirkinlik mi?

 

“Güzellik mi-çirkinlik mi?” oynardık o güzel kızlarla.

Hani karşındaki “Güzel ol” deyince, işaret parmağını çenene dayayıp uzaklara bakma pozu verdiğin… “Çirkin ol” deyince gözünü şaşılaştırıp, dilini filan çıkardığın oyun.

Facebook’ta bugün de yüzlercesini gördüğümüz üzre, poz önemliydi demek…

O güzellik pozlarını, emekli olduktan sonra bile sürdürdü bazı çocuklar. Ama o ayrı mevzu.

 

Kızlara sıra gelince “güzellik” derdik hep; yani “Güzel ol, güzel bir poz ver”…  

Kız çocukları güzelliklerinin mahalle kamuoyunda kayda geçmesini severdi herhal.

Biz de hayâlimizden resmen karşımıza gelen o kayda sevinir, öyle severdik.

Kızlar TV’siz, internetsiz edindiği güzellik muhayyilelerinden seçmelerle poz alırlardı karşımızda. (Belki az biraz Cep Fotoroman, SES Mecmuası etkisi vardır)

Biz yine, biz hep âşık olurduk.

 

Bize en çok “çirkinlik” yakışırdı.  

“Yakışıklılık”ın çirkinlikle ağırından bir bağlantısı, bir raconu filan vardı sanırım.

“Baby face” bakış çalsa da, iltifat görmezdi pek.

Güzellik kızlara mahsustu, oğlan çocuğunun sürkonturu o baştan çıkartıcı, o filmatik, façalı serserilik…

Açıkhava sinemasından mahalleye, “Çirkin Kral”dık hepimiz.

 

Bezirganbaşıyla ilk dans

 

Kızlarla ilk dansımızı, -ohoo- çok erken yaptık.

“Elim sende”de peşinden koşup, “Aç kapıyı bezirganbaşı” valsinde anlaştık.

Elinden tutup şöyle bir çevirdik, oyun icabı.

Ve “çıktık” sonra, birlikte “yandık” oyunlarda.(Yandık, yandık, yine yandık…)

Fısıldaştık kukası kayıp saklambacın kuytularında.

Ajda Pekkan “Saklambaç”ın şarkısını söylerdi, çanak çömlek patlar biz açığa çıkardık.

“Saklanma ne olursun bıktım olmaktan ebe /Başka aşkın varmış artık biliyorum sobe”ye de, mahalleden taşındığında vehmettik.

 

Gece-gündüz tüm oyunlarda, -haremsiz- selamlaştık, helaldi arkadaşlık ve azıcık ötesi.

Aşka gelince, “evcilik” okul öncesi eğitimse… İlk mektebi elim sende mi dersin, el el üstünde mi…

Çoğumuz, üç-beş yıl sonra evlendi o rengarenk hengamede.

Birlikte büyüdü o evciliklerde kızlar-oğlanlar.  

 

Misket gözlü, sek sek adımlı, papatya taçlı, kiraz küpeli, dirsekleri-diz kapakları bereli, tek koncu düşük soket çoraplı o güzelim kızları, o harika amazonları hiç birimiz unutmadık.

Yetişkin sevdalarımızı, o çocukluk aşklarıyla aldattık önce.

Sürpriz yumurta değil, “sepet sepet yumurta” vardı çünkü o günlerde.

Yani “sakın beni unutma”…

 

Çarşamba çocuktuk, perşembe büyüdük

 

Sonra bir gün birden büyüdük.

Sanki bir günde bitti oyunlar.

Çarşamba oynadık son oyunumuzu… Perşembe bitti sanki.

Patlak bir top sokakta kaldı, bir kaç misket çekmecede…

 

Yıllar geçti, unuttuk oyunları.

Saklambaçta tek gözümüzü aralayıp hile yapmamayı, maç arasında musluğun başında sıramızı beklemeyi, sıcak ekmeği bölüşmeyi, geceyarılarına kadar duvarda oturup sohbet etmeyi, gürültüyü durma atılan kahkahalarla çıkarmayı unuttuk.

Unuttuk, her yeni mevsimin gelişini “sokak”ta, o mevsime uygun ritüellerle karşılamayı.

Baharı, yazı, sonbaharı, kışı uzun uzun “sokak”ta yaşamayı, terlemeyi, üşümeyi-donmayı unuttuk.

Nedensiz, boşuna üşüdük battaniyeli kanepelerde.

 

Attila İlhan’dan mülhem, “sokaklarında mohikanlar gibi ateş yakıp, bu kente taptığımızı” unuttuk sonra.

İnşaatlardan “edinilen” koca kalaslarla yakılan o dev ateşin közüne gömülen patatesleri de unuttuk. Onu paylaşmayı…

O sokaklar hep bizimdi, onu unuttuk, her anlamıyla.

Salah Birsel’in deyişiyle “Sokak her zaman haklıydı”, onu da unuttuk.

“Düşünüyorum da /biz büyüyerek çocukluk etmişiz…” (²)

 

Çocuklar sokaktan çekilince belleğimizdeki “oyun”lar da çekmecesine kapandı.

Bir dünya kapandı.

Elimizde 5. mevsim kaldı.

Ve gün kadar hızla geçen haftalar, ay kadar hızla geçen yıllar…

“Mahalle”den devam edeceğim.

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

 

BENİM BABAM SENİN BABANI DÖVER

 

– Mighty Mouse, Superman’i yener mi sence?

– Deli misin nesin?

– Neden olmasın ki? Geçen gün tek elinde beş fil taşıyordu.

– Senin bi bok bildiğin yok. Mighty Mouse bir kere çizgi film. Superman sahici adam. Bir çizgi film kahramanı sahici adamları yenemez.

– Evet haklı olabilirsin. Ama yine de sıkı bir mücadele olurdu.

 

“Sonradan edindiğim arkadaşlar 12 yaşındaki dostlarım gibi olmadı hiç. Hep böyle olmaz mı zaten?”

Stand By Me – Yön: Rob Reiner, Öykü: Stephen King.

(¹) İkibuçukluk: Futbol maçlarında 2.5 lira yevmiyeyle saha dışına çıkan topları getiren, top toplayan çocuklar için kullanılan tabir.

(²) Turgut Uyar.

NOT: Yazımın başlığında 1960’ların ilk yarısında radyoları saran, sözleri (Bob Azam’dan aranjmanı) Fecri Ebcioğlu’na, yorumu İlham Gencer’e ait “Bak bir varmış, bir yokmuş” şarkısından esinlendim:

“Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde /Tatlı bir kız yaşarmış boğaz içinde

İşte bir sabah erken masal böyle başlamış /Delikanlı genç kıza iskelede rastlamış

Bakışmışlar göz göze, gören kimse olmamış /Fakat denizle dalga oynamaya başlamış.”

 

- Advertisment -