Evet’i savunanların en önemli — ve de etkileyici — argümanlarından biri, böylelikle bürokratik vesayetin son bulacağı; halka ve dolayısıyla denetime kapalı bürokratik kurumların — bütünüyle “siyasileşecekleri için” — daha fazla vesayetçi bir tutumla davranamayacaklarıdır. Bu kurumlar, sürekli olarak halka hesap vermek ve kendi kendisini yenilemek zorunda olacağından, statükocu bir devlet ideolojisi de artık oluşmayacaktır. Bu tezi savunanlar halka sonuna kadar güvenmek gerektiğine, yöneticilerini seçebilen çoğunluğun onları pekâlâ denetleyedebileceğine yürekten inanıyor gözüküyorlar — ki elbette halka güven, demokrasiden bahsetmenin ilk kuralıdır. Fakat sorun, genellikle halka güvenden çok, halkın yönetenlere güven düzeyiyle ilgili oluyor. Evet’çilerin bu temeldeki bir diğer, son derece önemli iddiası da FETÖ gibi yapıların bu kapalılıktan yararlanarak vücut bulduğu; dolayısıyla yeni önerilen sistemin böylesi sorunların — anti-demokratik yapılanmaların — oluşmasına izin vermeyeceği gibi gözüküyor.
Hayır cephesi ise, yeni önerilen sistemde erkler ayrımının göstermelik olduğu; gücün kaçınılmaz olarak tek elde toplanacağı; dolayısıyla denge-denetleme denilen, sistemin kendi içindeki işleyişini demokratik bir hukuk çizgisinde tutacak teminatların yok olacağı endişesini taşıyor. Bu açıdan bakan insanlar, kurumların “siyasileşmesi”nin iddia edildiği gibi vesayetçi bir oligarşik yapının oluşmasını engelleyemeyeceğinden; tam tersine, bürokrasinin mevcut vesayetçi anlayışının daha partizanca ve “göstere göstere” hayata geçirileceğinden korkuyor. FETÖ gibi yapıların oluşmasınının, tam da bürokrasinin liyakat temelindeki işleyişine son veren bir siyasileştirme çabasının ürünü olduğunu düşünüyorlar. Yeni dönemdeki tek farkın, kadrolaşmanın FETÖ gibi sinsice ve gizlice olmaktan çıkıp, açıktan — ya da göstere göstere — yapılacağı olduğunda oldukça katı bir yerde duruyorlar.
Her iki cephenin, özünde ortak olan kaygılarının bertaraf edilmesi için, demokrasinin bir tür “seçme-seçilme” oyunu olmaktan çıkarılması, gözümüzü kapayamayacağımız bir önem arz ediyor. Evet, uzun bir demokrasi tarihimiz var, ama demokrasiye ilişkin hastalıklarımızın geçmişi de hayli eskiye gidiyor. Keskin bir yöneten-yönetilen ayrımı, demokrasiyi de seçen-seçilen darlığına hapsediyor. Böyle olduğunda, seçmen oy verdiği parti onyıllarca iktidarda kalsa ve son derece yapısal dönüşümlere imza atsa dahi, bir türlü kendini iktidara dahil olmuş hissedemiyor. Sistem kaçınılmaz bir biçimde yukarıdan aşağıya işliyor. Halk, yönetime yeterince katılamadığında kendisinde “denetleme” gibi bir hak da görmüyor. İktidar süresi uzadıkça, sanılanın aksine yönetimle arasındaki uzaklık azalmıyor; tersine artıyor. Bu yaşandığında ise “büyüklerimiz her şeyi bilir” tavrı zorunlu bir kabul halini alıyor. “Yapıyorlarsa bir bildikleri vardır elbette” diye düşünülüyor ve bir kere bu inanç sağlandığı zaman, halka hesap verme ihtiyacı ve şeffaflık asgariye iniyor, hattâ ihtiyaç olmaktan çıkıyor. Seçimler ancak büyük ekonomik ya da siyasi krizlerle kazanılan veya kaybedilen, münferit politikalardan ve mikro-siyasetlerden ise neredeyse hiç etkilenmeyen bir yetki yenilemesi halini alıyor. Halk, bir günlüğüne de olsa asıl yetkinin kendisinde olduğu hissini tatmaktan duyduğu tatminle bir ömür sürüyor.
Söylemesi bile ürkütücü belki; ama sakın, halkla bürokrasi ya da toplumla devlet arasında bir türlü kapatamadığımız mesafenin — ve de vesayetçi zihniyetin, ne yaparsak yapalım silinememesinin — asıl nedeni, seçenler ile seçilenler; sıradan insanlar ile siyaset arasındaki büyük açıklık olmasın? Sakın, halkı yönetime yeterince ehil görmeyen seçkinciler, bizatihi siyaset yapanlar olmasın?
Halkı, devlet gücünü arkasına alan siyasi elitlerin tepeden inme yönetimlerine karşı korunaksız kılan, hiç şüphesiz şu ya da bu nedenle siyaset alanının güdük bırakılması ve halkın gerçek anlamda iktidar olamamasıdır. Başından beri yanlış kurgulanan bir yönetim anlayışının uzantısı olan darbeler, demokratik siyasetin en büyük düşmanıdır. Ancak bütün bunları söylerken atlanmaması gereken bir adres de mutlaka, bizatihi siyasetçilerin hemen her dönemde bu tepeden inmeci anlayışı başka bir biçimde sürdürmekten geri durmamış olmalarıdır. Bu ülkede “demokrasi açığı” her devirde yaşanmıştır ve sistem kendi arızalarını bu açığın yarattığı boşlukta görünmez kılmakta; bu boşluğu seçimlerle kapatmaktadır.
Demokrasi açığı, özellikle Avrupa Parlamentosu seçimlerinde olduğu gibi, kimler seçilirse seçilsin gerçek anlamda kendi hayatları üzerinde fazlaca bir etkilerinin olmayacağı inancıyla halkın seçimlere katılımının çok düşük (yüzde ellilerin bile altında) kaldığı durumları ifade etmek için kullanılır. Biz buna farklı bir kullanımla, halkın seçimlere ne denli yüksek oranda katılırsa katılsın ve kimi seçerse seçsin bir türlü tam olarak iradesini iktidara taşıdığı hissine kapılamaması sorununu da katabiliriz.
Denebilir ki demokrasi açığı, kendini her zaman seçime katılıma yönelik kayıtsızlık biçiminde dışa vurmaz; kimi zaman da aşırı bir katılma arzusu olarak tezahür eder. Aşırı oy kullanma arzusu, bir arkadaşımdan duyduğum ²keşke bir değil yüzlerce oyum olsa ve hepsini — evet ya da hayır, neyse artık — ‘çatır çatır bassam’” isteğinde ya da “mezardaki ölüleri bile kaldırıp seçmene dönüştürme iştahı”nda olduğu gibi, son derece sağlıksız bir demokrasi göstergesi olabilir.
Hattâ ve hattâ, gerçek anlamda katılımcı demokrasinin olmadığı bir yerde, seçimlere aşırı katılma arzusundansa kayıtsız bir tutum daha güçlü ve sağlıklı bir demokratik talep anlamına gelebilir. Darbe sonraları meselâ seçimlere aşırı bir ilginin oluşmasını nasıl açıklamak gerekir? Sadece sivil idareye bir an önce dönme arzusu bunun için yeterli midir, yoksa işin içinde, darbeyle daha keskin hissettiği iktidarın kendinde olmadığı gerçeğinin öfkeli bir dışavurumu mudur? Yoksa bir savaşın parçası olarak cepheye koşan insanlar topluluğu mu?
O nedenle, ülkemizde seçimlere yüksek katılım, sakın iktidar olmaktan çok olamamaktan kaynaklanan bir heyecan olmasın? Olan bitene ses çıkarmıyor olmak, sakın iktidarda olma sorumluluğunu yerine getirememekten çok iktidarda olma sorumluluğu duyamıyor olmaktan; kendinde denetleme gücünü ve hakkını göremiyor olmaktan; olayların içyüzünü bilemiyor olmaktan kaynaklanıyor olmasın? Sakın kararsızlar, hangisine oy vereceğine değil de kötünün iyisine razı olup olmamaya karar veremiyor olmasın? Ve kararını daha nitelikli bir demokrasiden yana verenler, asıl bu kararsızlar olmasın?
Demokrasi açığı, insanların seçimlerden çok demokratik süreçlere katılmamaları ya da katılamamalarının bir sonucudur. Katılımcı demokrasi ne kadar zayıfsa, seçimlere katılma iştiyakı o oranda artıyor gibi durmaktadır. O kadar ki, bir rivayete göre 1982 halk oylamasında toplam oy kullanan seçmen sayısından daha fazla “evet” çıkmıştır. Seçimlere katılımın düşüklüğü, onun göstermelik olması ölçüsünde artar. Çelişkili gibi gelse de, bu da daha çok temsili demokrasilerde ve”geleneksel” toplumlarda kendini gösteren bir marazdır.
Özellikle de bu temsilciler, kıran kırana yarışlar neticesinde aşağıdan yukarıya doğru uzanan bir başarı merdiveninden çıkarak değil, parti teşkilatları ya da parti merkezlerince seçildikten sonra her hafta sonu seçim bölgesinde etkinlikten etkinliğe koşup şehrinin futbol kulübünün atkısıyla poz vermenin halkın nabzını tutmak, her gün yüzlerce seçmenin işlerinin takibinin idr büyük hizmet olarak gördüğü yerlerde alan bulur. Halk yönetenlerine oldukça yakındır, ama bu yakınlık garip bir biçimde onu iktidardan ve karar alma süreçlerinden uzaklaştırmaktadır.
Demokrasi açığı yaşanan yerlerde, yönetenlerle kurulan yakınlık yönetime uzaklaşma anlamına gelebilir. Kaçırılmaması gereken nokta, bütün bunların sebebinin, halkın duyarsızlığı ya da umursamazlığı değil, yönetim süreçlerinin içinde gibi gözükmesine karşın aslolarak dışında kalması olduğudur. Bu açığın yarattığı boşlukta her şey kolaylıkla tersine çevrilebilir. Örneğin medya organları kolaylıkla hakikatı yalan, yalanı da hakikat olarak pazarlayabilir. Şehre çok büyük hizmetler gelmekte, ama halk bir türlü bu hizmetleri üretenin kendisi olduğu zevkini hissedememekte, sürekli bir alıcı ve yararlanan konumunda kalmaktadır.
Demokrasinin iyi işleyebilmesinin koşullarından biri, iktidarı elinde bulunduran seçmenlerin seçtikleri yöneticiler üzerinde yeterince güçlü bir politik denetim uygulayabilmeleridir. Ne var ki ülkemizin demokrasi tarihi, “temsili demokrasi”den hep, halkın etkisini gerçek anlamda ve olabildiğince arttırıcı bir politik biçim yerine, halkın “temsili” olarak sisteme dahil edilmesini anlamıştır. Zafer haftalarındaki temsili gösteriler türünden, göstermelik bir gösteri gibi olmuştur seçimler.
Evet cephesinin tezleri son derece önemli, ama iddiaların kağıt üzerinde kalmayıp hangi yol ve yöntemlerle hayata geçirileceği konusunda yeterince ikna edici mi, tartışılır. Hayır cephesi ise, yeni sistemin daha büyük bozukluklar üreteceğine olan “kesin inancı”nı bir örnekle açıklayabilmelidir.
Referandum elbette halkın hakemliğine başvurulması bakımından önemlidir, ama bu bir hayat memat meselesi değildir. Bunu bir hayat memat meselesi haline getirmek ve insanları iki şıktan birine razı olmaya zorlamak, tam anlamıyla yetersiz demokrasinin tezahürleridir. Nitelikli bir demokrasi, her zaman için ikili tercihlerin ötesine geçmeye ve çoklu seçimler yapabilmeye izin ve imkan verir. Bu nedenle referandumlar yalnızca ihtilaflı temel konularda halkın “hakemliği”ne başvurmadır. Tıpkı bir oyunda hakem ne ise burada halk da odur. Yani oyunu oynayan ya da nasıl oynanması gerektiğine karar veren değil, kuralların neler olduğunu hatırlatan ve buna göre oynanmasını isteyip izleyen, denetleyendir. Dolayısıyla, evet de çıksa hayır da çıksa, demokrasi açığı sürdüğü müddetçe hakem hep “karşı taraftan yana” kararlar vermeye devam edecektir.