Ana SayfaYazarlarDersu Uzala: Durun vurmayın ben bir insanım

Dersu Uzala: Durun vurmayın ben bir insanım

Yirminci yüzyılın başları. 1910 yılında Rusya kırsalında bir adam, ormanın içinde ziyarete geldiği mezarı yerinde bulamayınca şaşırıp kalır. Ağaçlar kesilip yerlere devrilmiş, her yana taşlar tuğlalar yığılmış ve medeniyet “vahşi ormana” hızlı bir giriş yapmıştır. Bu sahne Akira Kurosowa’nın Dersu Uzala(1975) filminin esasıdır aslında.

 

Film geriye dönüş tekniğiyle bizi 1902’ye götürdü. Uçsuz bucaksız ormanların uğultusu, üzerlerinden geçen sisin büyüsü, yağmurun her bir yaprağı yıkaması derken ruhumuzu şenlendiren doyumsuz manzara, bir manga askerin kafalarının görüntüsü ve at sesleriyle birden kesiliyor. Rusya’nın uzak doğusundaki Mançurya bölgesinde topografik bir araştırma yapmak üzere gelen Rus harita askerleri şarkı söyleyerek ilerliyorlar.

 

Kurosowa filmlerinde kelimeler özenle seçildiğinden şarkı sözlerinin insanın ele geçirmeye dayalı yazgısına işaret ettiğini düşünmek yanlış olmaz:

 

Avcı adalarda/ Bütün gün dolaşır/ Ama şansı yaver gitmez/ Kendi kendine küfür eder/ Ne yapacak şimdi/ Eli boş kaldı/ Neşesi kaçar/ Ne olmuş daha iyi nişan almaya çalışır/ Ve av devam eder.

 

Başlarında komutan olarak yüzbaşı Arseniev’in bulunduğu askerler gecenin bastırmasıyla konaklamaya karar verdiler ve bir düzlüğe kamp ateşi yaktılar. Ormanın derinliklerinden gelen seslerle teyakkuza geçen adamlar çok yakınlardan gelen hışırtılara silah doğrultunca, çalıların arasından çıkan adam şöyle seslendi: “Durun vurmayın, ben bir insanım.”

 

Dersu’ydu bu insan. Koreli, Çinli, Moğol olabilirdi ama insandı işte. Bir köyde birlikte yaşadığı karısı ve biri oğlan diğeri kız iki çocuğuyla mutlu müreffeh yaşarken çiçek hastalığı hepsini elinden almış, salgın çıkmaması için de devlet evi ölülerle beraber yakmıştı. Bir daha ne evi oldu ne de paraya ihtiyacı. Ormanda avcılık yaparak geçiniyor, ihtiyaçlarını değiş tokuşla temin ediyordu.

 

Dersu ne kadar doğanın bir parçası olmanın ve asgari ihtiyaçların giderilmesiyle yetinmenin temsilcisiyse yüzbaşı ve adamları da o kadar doğaya dışarıdan gelenlerin, onu bilgiyle ele geçirip bitmez tükenmez modern ihtiyaçların emrine vermek isteyenlerin temsiliydi bir bakıma. 

 

Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına çıkışını hatırlamadan edemiyor insan. Ona refakat eden Piskopos Bartolome de Las Casas günlüklerinde anlatıyordu, onları karaya çıktıklarında güler yüzle karşılayan, lapalarını paylaşan yerlileri görünce Kolomb’un ‘ne saf ne temiz insanlar, bunları kolayca köleleştirebiliriz’ dediğini. Yiyeceklerini ikram edip, altınlarını karşılıksız paylaşıp, topraklarını açtıkları halde kötü akıbetten kurtulamamışlardı.

 

Fakat filmde bambaşka bir işleyiş var. Yüzbaşı Arseniev ormanı avucunun içi gibi bilen Dersu’dan onlara rehberlik etmesini rica ediyor ve adeta bir mürşit ve talebe ilişkisi kuruluyor aralarında. Yaşını sorduklarında çok çok uzun yaşadım demesi görülecek her şeyi gördüm manasına sanki. 

 

Sabah yola çıktıklarında nehir kenarından bir Çinlinin geçtiğini, yaşlı olduğunu, yağmur yağdığını söylediğinde dalga geçecek gibi olmuştu askerler nereden görüyorsun bunları diye. Ayakkabı izi Çinlilerin giydiği modele aitti, izlere su dolmuştu, ayakkabının tabanına burnundan daha kuvvetli basılması da yaşlılığa delalet ediyordu. Asıl siz çocuk gibisiniz, ormanda yaşasanız hemen ölürsünüz, gözleriniz hiçbir şeyi görmüyor çünkü diyordu. Kabukları soyulmuş ağaçlardan yola çıkarak bir kulübe yapıldığını söylerken de haklı çıktı. 

 

Hatta bu kulübeyi yine kabuklarla tahkim ederek sağanak yağışlı geceyi kuru ve sıcak geçirebilmişlerdi. Yağmurun söndürdüğü ateş, otlardan yapılmış yatak Çinlinin varlığının ayan beyan kanıtıydı. Sevdiği kadını erkek kardeşi alınca kendini dağlara vuran, kırk yıldır ormanda yaşayan Çinliyle karşılaşmaları filmin en etkileyici sahnelerinden. Ruhunun derinliklerinde inşa ettiği bahçelerde, çiçekler arasında yaşayan yaşlı adamın üzerine gidip, hayallerini rahatsız etmemesini söylüyordu Dersu,  ateşin yanına gelip ısınması için ısrar eden yüzbaşıya. 

 

Dersu’nun Komitan diye seslendiği yüzbaşıdan biraz pirinç tuz ve kibrit istemesi de şaşırtmıştı askerleri. Bunları gürgen kabuğuna sarıp kulübeye bırakacağım olur ki başka insanlar gelir, biraz yiyecekle kuru odunla hayatta kalırlar diyordu. Tanımadığı ve belki de hiç görmeyeceği insanlar için bir şeyler bırakmak. Askerlerin Dersu’dan öğreneceği çok şey vardı.

 

Doğa kendi içinde iletişim halinde, kuşlar şakımaya başlayınca yağmur duruyor, dünyanın önemli adamlarından rüzgar öfkelenince ortalığı birbirine katıyor. Kudretli adam dediği güneş başta olmak üzere ay, nehir, ateş, su dolu bakraç, herkes canlı ve adamdı Dersu’ya göre. Kuşlarla konuşuyor, yanlarına çok yaklaşan bir kaplanı ‘bize korku salma, yolumuza gidiyoruz sen de yoluna git, sana hiçbir zararımız yok’ diyerek uzaklaştırıyordu. Artan yemekleri burada bırakalım dediğinde kim gelebilir ki buralara itirazına karşı, porsuk yılan fare ve daha niceleri diye cevap veriyordu.

 

Kapitalizmin eldeki her şeyi değersizleştirmesine, israfı ahlak haline getirmesine de dokunduruluyordu elbette. Askerlerin atış taliminde vardı bir gönderme mesela. İpin ucuna bağlı hareketli bir şişeyi hiçbiri vuramayıp da Dersu’ya sen vur dediklerinde şişeyi parçalamak istemediğini ipe nişan alacağını söyledi. Şişe bulmak çok zordu, kıymetli bir nesneydi ormanda yaşayan biri için. Sarkaç gibi hızla gidip gelen İpi vurdu bir atışta, hayret dolu bakışlar arasında. 

 

Dersu Uzala her şeyden önce bir yol filmi. İnsanın ancak yolda inkişaf edişi, kemale erişiyle ilgili.  Yüzbaşı ile Dersu bölgenin en büyük gölünü keşfedip ayrıntıları deftere kaydetmek için karlı araziye çıktıklarında, rüzgarın ayak izlerini silmesiyle kayboldular. Gece bastırdığında ayazda donup ölmemek için ot topladıkları sahnenin yarattığı etki işte sinema böyle bir şey dedirtiyor. Adam boyu sazlık denilebilecek otları kesme hızları, onları rüzgara kaptırmamak için verdikleri mücadele, insanın bu dünyada hayatta kalmak için verdiği bütün mücadele çeşitlerini hatıra getirebiliyor. Yolda kaybolma, sonra kampın yönünü tekrar keşfetme, rüzgarın izleri silmesi, hepsi yaşamın içindeki deneyimlerin görsel dile aktarımı. 

 

Topografya için yola çıkma da sembolik olarak düşünülebilir. Yolu görmek ve yaşanacaklar hakkında bir ön keşif yapmak üzere bölgenin ve yaşamın kenarları, köşeleri, yamaçları, düzlükleri, tümsekleri ve çatallanmaları kayıt altına alınıyor. Üzerinde yaşadığımız dünyaya ve dünya hayatına dair bir yol haritası çıkarma çabası sanki.

 

Bu film Kurosowa’nın mali sıkıntılar yüzünden Japonya’da film yapamadığı dönemde Rusya’nın desteğiyle gerçekleştirdiği bir eser. Paranın mülkiyetin sahip olmanın sorgulandığı film, Bolşevik Rusya’sında beğeni kazandığı gibi, o yılın Oskar ödülünü de almıştı. Kendi filmografisini anlattığı Kurbağa Yağı Satıcısı (Afa yay. 1994) kitabında yönetmen, bir Japon somonunun yumurtalarını Japon nehrine bırakması gerekmez miydi, diye hayıflanmadan da edemez bu filmin yapımı hakkında.  

 

1907’de bölgeye bir görevle tekrar yolu düşen yüzbaşı biraz aramayla hemen bulur Dersu’yu. Bu sefer donan nehir ve göl erimekte buzlar suların içinde yüzmektedir, kudretli bir adam olan güneş ışıklarını salmada daha cömerttir. Onu şehirdeki evinde birlikte yaşamaya çağıran yüzbaşı, yaban domuzunu iyi göremeyen, geyiği vuramayan, kaplanı ikna edemeyen Dersu’yu ikna etmeyi başarır. Fakat şehrin göbeğindeki parka çadır kurmaya, açık havada uyumaya, ağaç kesmeye kalkışınca tutuklanır. Suyu parayla satan insanlara katlanamadığından nehir şuracıktayken nasıl parayla su satarsın diye saldırmaya kalkışır birine. Sırtında silahı elinde ucu çatallı sopasıyla ormanın insanı. Yeni bir silah alıp onu tekrar ormanına götürür yüzbaşı ama birkaç gün sonra medeni insanlar silahını almak için onu kendi silahıyla onu öldürürler. Yüzbaşı cebinden yakını olarak kendi kartı çıktığı için haberdar olur cenazeden ve onu kendi eliyle gömer ormana. 

 

Filmin açılış sahnesinde Dersu’yu aralarına gömdüğü sedir ağacıyla köknarı aramaktadır ama üç yıl içinde 1910 itibariyle şehir gelmiştir bile buralara. Ne ağaçlardan ne de dostundan eser vardır. Her şey yerle bir olmuş medeniyet ormana giriş yapmıştır bir kere.       

- Advertisment -