Film, 2002 yılının bir Noel gecesi Kaliforniya’nın Modesto şehrinde başlıyor. 30 yaşındaki gübre satıcısı Scott Lee Peterson o gece polisi arayıp sekiz aylık hamile karısının kayıp olduğunu bildirmiştir. Beş yıldır evli olan çiftin, şubat ayında doğacak erkek çocuklarının adı bile bellidir. Polis araştırmalara başlar. İlk başta televizyonlarda ağlayarak eşini arayan Peterson’a kimse şüpheli gözüyle bakmaz, eşinin ailesi de dahil. Eşinin kaybolduğu gün tekneyle balığa gittiğini söylemektedir ve bunu doğrulayan tanıkları da vardır.
Olay bütün televizyonların bir numaralı konusu haline gelir. Cinayet çözen sabah kuşaklarında çiftin hayatı lime lime edilir. Ve ortaya ‘acılı eş’in bir sevgilisi olduğu çıkar. Hem de Noel gecesinden iki hafta önce tanıştıklarında eşinin öldüğünü söylediği, dergilerde mankenlik yapan bir sevgilidir bu. Karısı öldükten sonra evine porno kanallar bağlatmasından, sevgilisiyle planladıkları Paris seyahatine kadar her şey ortaya serilir. Dört ay sonra San Francisco Körfezi’nde önce bir erkek cenini bulunur, bir gün sonra da bir kadın cesedinin başı, ayağı ve elleri. Cesetler Peterson’un eşi Laci’ye ve doğacak oğullarına aittir.
Peterson gözaltına alınır ve 2004’te yargılanmaya başlar. Cinayeti onu işlediğine dair somut bir delil yoktur. Kadın savcının ona karşı acımasız davrandığı, sadece hayatı hakkında yalanlar söylediği için cinayeti onun üzerine yıktığını söyleyenler olur. Savunması bunun bir satanist cinayeti olduğu üzerine kurulmuştur. Ama sonunda tanıklar, bazı delillerle jüri ve mahkeme kararını verir; Peterson karısını öldürmek ve doğmamış bebeklerinin ölümüne sebebiyet vermekten zehirli iğneyle ölüm cezasına çarptırılır. Bu dava için cenin cinayeti yasası bile çıkarılmıştır. Scott Lee Peterson 2005’den beri hamile karısının cesedini attığı söylenen San Francisco Körfezi kıyısındaki San Quentin State Hapishanesi’nde hem temyiz başvurusunun sonucunu hem de idam edilmeyi bekliyor. Ya da Amerikalılar geçen Ağustos ayına kadar öyle zannediyorlardı.
***
Korkunç gerçeği 3 Ağustos 2016 günkü Türkiye’deki bir gazete manşetinden öğrendiler. Manşete göre 15 Temmuz darbesi günü Büyükada’daki Splendid Otel’de bir toplantı yapılmıştı. “Gizlice özel bir tekneyle Büyükada’ya gelen 10’u yabancı 16 isim, burada da özel bir iskeleye yanaşmış, 2 günlük rezervasyonu olan ekip, kalkışma başarısız olunca da otelden apar topar ayrılmıştı…” “Toplantıya katılanların ortak özelliği Irak, Mısır, Suriye ve İran üzerine uzman olmaları ve tüm darbe ve iç savaş olan ülkelerde bu isimlerin hep ön plana çıkması”ydı.
http://www.aksam.com.tr/guncel/15-temmuz-gecesinin-c210-karanlik-yabancisi-c2/haber-538961
İşte darbe için Türkiye’ye gelen 10 yabancı ajandan biri de Scott Lee Peterson’dı. Gerisini Peterson’ın mahkemedeki fotoğraflarının eşlik ettiği “Azılı katili Türkiye’ye soktular!” başlıklı haberden okuyalım:
“Toplantıda belki de en dikkat çeken isim Scott Lee Peterson isimli 44 yaşındaki azılı katil. 2002 yılında hamile olan karısı Laci Peterson’ı öldürmekten birinci derece cinayet ile hüküm giyen Peterson, ABD’de en azılı suçlularının kaldığı California’daki San Quentin Devlet Hapishanesi’nde mahkum. Hakkında ‘iğneyle idam cezası’ hükmü verilen Peterson davayı temyize taşıdı. 13 Temmuz günü İstanbul’a gelen Peterson hala çıkış yapmadı. Mahkum olarak görünen Peterson’un hangi amaçla ve nasıl Türkiye’ye getirildiği ise soru işareti.”
Haberin çıktığı gün sosyal medyadan hemen itirazlar yükseldi. Bahsedilen toplantıya katılan kişi Amerika’da karısını öldürmekten hapiste yatan Scott Lee Peterson değil de Amerikan Christian Science Monitor gazetesinin Türkiye muhabiri Scott Peterson olabilir miydi acaba?
https://twitter.com/petersonscott
Ama gazete ertesi gün iddiasını sürdürdü. Hem de “Katil Yunanistan’a kaçtı!” başlıklı haber bu kez istihbarat kaynaklarına dayandırılmıştı:
“Kayıtlara göre Peterson 'VN2100' koduyla halen hapishanede görünüyor. Böylesine bir azılı suçlunun, ABD'nin en güvenlikli cezaevinden nasıl çıkarıldığı ise akıllarda büyük soru işareti uyandırdı. İddiaya göre idam mahkumu Scott Peterson'un bazı gizli anlaşmalar yaparak Türkiye' ye getirildi, kendisine verilecek suikastleri başardığı takdirde ise hakkındaki temyiz davasının da olumlu sonuçlanacaktı. İstihbarat yetkilileri deşifre olan idam mahkumunun deniz yoluyla Yunanistan'a kaçtığı bilgisi üzerinde duruyor.”
http://www.aksam.com.tr/guncel/buyukadadan-darbe-c2yayini-yapacaklardi-c2/haber-539232
Meğer elinin altında MAK, SAT komandoları olan darbeciler, suikast için ABD’deki bir hapishaneden hamile karısını öldürmekten yatan bir gübre satıcısını gizlice Türkiye’ye getirmişlerdi. İşte, Osman Kavala’nın tutuklanmasıyla yeniden gündeme gelen birinci Büyükada toplantısı ile ilgili soruşturma bu haberle başladı. Aslında bu konudaki ilk haber bu değildi. Her şeyi başlatan darbeden beş gün sonra çıkan bir köşe yazısında “Ilımlı İslam teorisyenlerinden Henri Barkey darbe gecesi İstanbul Büyükada Splendid Palace’da konuktu. Niye acaba?” sorusu oldu.
http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/darbeyi-izleyen-bir-cift-goz-1322280/
Yazıda Barkey’e atfedilen tek sıfat “ılımlı İslam teorisyenliği” de değildi. Ayrıca 2007’de Barkey’in tam zıddı çizgideki Cumhuriyetçi Hudson Enstitüsü’nde yapılan ve enstitünün Türkiye’deki ulusalcılara yakın uzmanı Zeyno Baran tarafından organize edilen, iki Türk subayın da katıldığı Türkiye’de kaos ihtimallerinin masaya yatırıldığı o meşhur toplantının organizatörlüğü de Barkey’e yıkılmıştı. Bir kumpas davasının mağduru olan yazarın başka bir mağduriyetin kapısını açacak yazısının son cümlesi de şöyleydi: “Erdoğan soğuk savaş ürünü Amerikancı-Suudi düşünce kirliliğinden kurtulmalı ve Atatürkçü-bağımsızlıkçı subayları etkin görevlere getirmelidir.”
Ama darbe için ‘karanlık güçler’ Büyükada’ya sadece hamile karısını öldüren Amerikalı bir gübre satıcısını getirmemişti. Bir sonraki iddia “İsrail’den adını vermek istemeyen birileri”ne dayandırılarak yazıldı:
“Kaynaklarım ısrarla ve ısrarla bana “Asıl gelen CIA’in eski Millî Haberalma Konseyi Yardımcı Başkanı, eski CIA Türkiye İstasyon şefi ve Fethullah Gülen’in hamisi Graham Fuller’di” diyorlar. Şu anda adını vermek istemediğim kaynaklarım ki ne tuhaftır onlar da İsrail’den, Henri Barkey ile hedef şaşırtıldığını ve Graham Fuller’in bizzat darbeyi yönetmek üzere darbe günü Türkiye’ye geldiğini ifade ediyorlar. Graham Fuller Yunanistan’da Dedeağaç’a indirilen helikopterin içindeydi. Çünkü FETÖ’cü subaylara bu görev verilmişti. Helikopter Dedeağaç’a indiğinde Amerikalı görevliler oradaydı ve Graham Fuller’i alıp götürdüler.”
http://www.haber7.com/yazarlar/fuat-ugur/2054975-henri-barkey-kamuflaj-asil-gelen-graham-fuller-mi
76 yaşındaki vaiz Fethullah Gülen darbeyi ABD’den yönetmişti ama nedense darbe organizasyonlarında bir marka olan CIA gibi bir istihbarat örgütü, bu iletişim çağında darbeyi yönetsin diye 80 yaşındaki emekli CIA ajanı Graham Fuller ‘ı Türkiye’ye göndermişti. 80 yaşındaki Fuller’ın Büyükada’dan önce tekneyle sonra helikopterle Yunanistan’a James Bondvari kaçırılış hikayesini şu ana kadar herhangi bir savcı ikna edici bulmamış olacak ki çıkmış 100’e yakın darbe iddianamesinde hiç bahsi geçmedi. Yunanistan’a kaçan darbeci askerlerin iade dosyalarında ya da basına çıkmış iddianamelerinde de yanlarında 80 yaşında bir CIA ajanı olduğuyla ilgili bir bilgiye rastlanmadı.
Ama bundan daha yaratıcısı da yazıldı. Haberlere göre “Toplantıya katılanlar 19 Temmuz'da otelden ayrılırken resepsiyoniste üzerinde Pensilvanya yazılı bir çan bırakmışlardı. http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/07/26/o-gece-bu-otelde-cia-mesaideydi. Tabii bu konuda rivayetler muhtelif. Büyükada uzmanı Erzurum milletvekiline göre çanı giderken unutmuşlardı.
http://www.hurriyet.com.tr/ak-partili-deligoze-gore-bunlar-buyukada-ajan-40190681
***
Bir CIA ajanı düşünün, darbe için Türkiye’ye geliyor. Otele pasaportunu verip kaydını yaptırıyor. Sonra darbe başarısız olduktan sonra üç gün bekliyor, sonra otelinden ayrılırken de arkasında delil olarak üzerinde Pensilvanya yazan bir çan bırakıyor. Türkiye’de herhalde bu yüzden iyi polisiye yazılamıyor, belki de aklımızın entrika ve kumpasa yatmaması iyi bir şeydir.
Ve tabii ilk Büyükada filminin başrol oyuncularından AK Parti Erzurum Milletvekili Orhan Deligöz de sahneye çıkıyor. Bir Erzurum milletvekilinin İstanbul’daki bir adaya ilgisi ve böylesine hakimiyeti şaşırtıcı bulunabilir. Ama şu röportajından Sayın Deligöz’ün Büyükada’da tanıdıkları olduğunu, kendisinden MGK’nın Milli Güvenlik Akademisi’nde eğitim aldığını öğreniyoruz.
Ama galiba o akademideki eğitimde tarih kısmı biraz zayıf kalmış. Çünkü Deligöz’e göre Büyükada’daki darbe toplantısının Splendid Otel’de yapılması da tesadüf değil.100 yıllık bir geçmişi var bu otelin seçilmesinin.
Deligöz’e göre “Splendid Palas Hotel’in sahipleri Yahudi kökenli Türk aileler” ve otel “Çanakkale savaşında yabancı kuvvetleri komuta eden İngilizler tarafından karargah olarak kullanılmış.”
http://www.star.com.tr/politika/ihanet-oteli-ingilizlerin-karargahi-cikti-haber-1154468/
Böylece darbe toplantısının hem Yahudi hem İngiliz bağlantısı 100 yıl önce de olsa bulunmuş oldu.
Erzurumlu milletvekilinin bu iddiasıyla oteli 1908’de açan Sakızlı Müşir Kazım Paşa mezarında ters dönmüş olabilir. Çünkü Paşa, meşhur marşı olan Plevne Savunması’nda Osman Paşa’yla birlikte kahramanca savaşmış, esir düştüğünde Rusların bile kahramanlığı yüzünden kılıcını geri verdiği kahraman bir binbaşıydı. Sonra Hicaz’dan, Filistin’e her yerde Osmanlı askeri olarak hizmet etmiş, mareşale denk olan “müşir” rütbesiyle emekli olmuştu. Emekli olunca da Büyükada’da yanan Giacomo Hotel’in arazisini alıp Splendid Oteli’ni yaptırmıştı. Otelin İngilizce “görkemli”, “şahane” anlamına gelen adı ve mimarisi de Kazım Paşa’nın Cannes’da görüp hayran olduğu halen mevcut olan bir otelden gelmekteydi. Otel uzun yıllar bu yüzden Kazım Paşa hoteli olarak da anılmıştı.
Otelin sahibi kahraman bir emekli paşa olunca 1912’de Balkan Savaşları sırasında askeri hastane olarak hizmet görmüş, savaş yıllarında gaziler yararına yapılan pek çok etkinliğe ev sahipliği yapmıştı.
Büyükada’daki bir otelin Çanakkale Savaşı sırasında İngiliz karargahı olamayacağını bilmek içinse çok az bir tarih bilgisi yeterli. İstanbul’u hiç görmemiş bir Erzurumlu için bile Türkiye siyasi haritasına bakarak anlaşılabilecek bir gerçek bu. Ama otel İstanbul’un İngiliz işgali yıllarında 9 ay kadar İngilizler tarafından kullanılmıştı. İngilizler otelde Bolşevik Devrimi’nden kaçan Rus Beyaz Ordu generalleri ve ailelerini misafir etmişlerdi. Ama herhalde bu Rus bağlantısı bugün pek işe yaramaz.
Ayrıca Sayın Deligöz’ün otelin sürekli “şer planlara” ev sahipliği yaptığına delil olarak Demirtaş’ın da bu otelde kaldığı gösterenlerin önüne birileri de Samsun’a geçmeden önceki İstanbul günlerinde otelin sahibi Kazım Paşa’nın ailesiyle tanışan Mustafa Kemal’in 1929 yılında bu otelde düzenlenen gecelerde vals ettiği fotoğraflarını koyabilir.
Peki, 15-16 Temmuz 2016 günleri Büyükada’daki bu otelde yapılan toplantı neydi o halde?
***
İstanbul Kültür Üniversitesi Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi (GPoT Center) ile Washington merkezli Woodrow Wilson International Center for Scholars Ortadoğu Programı’nın düzenlediği İran ve Komşuları adlı bir çalıştaydı bu. Meşhur Wilson prensiplerinden hatırladığımız ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın adını taşıyan Demokrat eğilimli think-tank Türkiye’den pek çok siyasetçinin uğradığı Washington’un ünlü think-tank’lerinden biriydi. İzmir asıllı, İstanbul doğumlu Henri Barkey de Türkiye de epey tanınan, kitapları Türkçe’ye çevrilmiş bir Türkiye uzmanı.
GPoT Center ya da Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi ise İstanbul Kültür Üniversitesi’ne bağlı bir dış politika merkezi. Özellikle Kıbrıs meselesi ve Türkiye-Ermenistan arasındaki yakınlaşma dönemlerinde yaptığı toplantılar ve projelerle adını duyurmuştu. Merkez her yıl Türkiye-Ermenistan arasında ilişkilere katkı yapan gazetecilere de ödüller veriyor.
Ödüllerden bazıları:
https://www.youtube.com/watch?v=JqILjcQekz0
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/5229/turkiye-ermenistan-gazetecilik-odulu-esayana-verildi
http://www.milliyet.com.tr/turkiye-ermenistan-gazetecilik-gundem-2073272/
Programı aylar önceden belli olmuş, tarihi bir kez ertelenmiş programın amacı, programla ilgili yapılan duyurularda “2015 Temmuz ayında İran ile varılan nükleer anlaşmanın birinci yıldönümünde İran ve bölgedeki gelişmeleri konuşmak”
İki günlük çalıştaya 3’ü Türk, 9’u yabancı 12 İran uzmanı katılmıştı. Otelde bu uzmanların bazılarının eşleri ve nişanlılarıyla birlikte toplam 21 misafir vardı. Çalıştaya katılanlar Wilson Center Ortadoğu Programı Direktörü Henry Barkey, GPOT Direktörü Mensur Akgün, ORSAM Başkanı Şaban Kardaş, Sylvia Tiryaki (GPOT), Ellen Laipson (Stimson Center), Ali Vaez (Uluslararası Kriz Grubu), Ellie Geranmayeh (ECFR), Marwa Daoudy (Georgetown Üniversitesi), Samir Sumaida'ie (Wilson Center), Bayram Sinkaya (ORSAM; Yıldırım Beyazıd Üniversitesi), Masood Karokhail (Afganistan), Ahmed Morsy (St. Andrews Üniversitesi))
Katılımcılar 15 temmuz günü otele giriş yapmış, doğrudan polisin görebildiği otellerdeki kayıtlarını yaptırmış ve odalarına yerleşmişti. Darbe haberi gece gelince de durum değerlendirilmesi yapılmış, Afganistan, Irak, ABD’den gelen misafirler düşünülerek çalıştay iptal edilmemişti.
Ertesi günkü toplantının açılında ev sahibi GPOT’un başkanı Mensur Akgün, darbeyi kınayan bir konuşma yapmış, sonra da iki gün boyunca planlanan altı oturum yapılmıştı. Katılımcılardan yurtdışından gelenler de toplantıların ardından sorunsuz olarak ülkelerine geri dönmüşlerdi.
Buraya kadar her şey normalken, yukarıda bahsedilen Amerikalı katil Scott Lee Peterson’u bile adaya getiren manşetlerin ardından toplantıdan 15 gün sonra bir soruşturma açılmış, soruşturmada GPoT başkanı Mensur Akgün’ün ifadesi alınmış, gazetelere göre polis Büyükada’da toplantının yapıldığı tarihteki tüm otel, ev ve işyeri güvenlik kamera kayıtlarının içlemeye almıştı.
Ama üzerinden 16 ay geçmiş olmasına rağmen Büyükada’daki toplantıyla ilgili herhangi bir soruşturma ya da dava açılmamış, darbeyle ilgili çıkmış 100’e yakın iddianamede de bu toplantıyla ilgili herhangi bir iddia ya da bilgiye rastlanmamıştı.
Darbenin yıldönümünde yapılan ikinci Büyükada toplantısından sonra bu birinci Büyükada toplantısı tamamen unutulmuş, birinci Büyükada toplantısıyla ilgili çok iddialı bilgiler paylaşıp, haberler yapanlar da ikincisine geçip, ilk göz ağrılarını unutmuştu.
Önce işadamı Osman Kavala ve ardından Dışişleri Bakanlığı’nın desteklediği bir think-tank olan ORSAM’ın Başkanı Şaban Kardaş’ın gözaltına alınmasına kadar. Eğer çıkan haberler doğruysa Osman Kavala’nın tutuklanma gerekçelerinden biri de katılmadığı bu Büyükada toplantısı.
***
Savcılığın tutuklamaya sevk yazısıyla ilgili gazetelerde çıkan haberlere göre Kavala’nın tutuklama sebeplerinden biri “15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle ilgili 15-16 Temmuz 2016’da Büyükada Splendid Otel’de yapılan darbe teşebbüsü sürecinde darbenin organizatörlerinden Henry Jack Barkey ile yabancı uyruklu kişi ve kişilerle olağanın ötesinde yoğun irtibat kurarak darbe teşebbüsüne katılmak suretiyle Anayasal düzeni cebir ve şiddet yöntemleri ile değiştirmek suçunu işlediğine dair bulgu ve delillere ulaşıldığı.”
Ortada ciddi bir sorun var. Birinci sorun, Büyükada’daki toplantının darbe toplantısı ve Henri Barkey’in darbenin organizatörü olduğuyla ilgili bir karar, kararı geçtik bir iddianame hatta somut bir soruşturma bile ortada yok. Herhalde olsaydı, İstanbul doğumlu Barkey’in adının Henry değil Henri olduğu da bilinirdi. Peki o zaman darbenin organizatörü olduğuyla ilgili hukuki bir karar olmayan bir kişiyle görüşmek nasıl darbe teşebbüsüne katılmak olabilir?
http://www.hurriyet.com.tr/hukumeti-yikmaya-tesebbus-tutuklamasi-40630826
Ayrıca Kavala, bu toplantıya da katılmamış. Sedat Ergin’in yazdığına göre aralarındaki “olağanın ötesinde yoğun irtibatın” delilleri de 18 Temmuz 2016’da “İstanbul’da Karaköy’deki bir lokantada karşılaşıp, ayaküstü sohbet etmeleri. İkinci delilse karşılaşmanın hemen sonrasında üç ayrı günde Barkey ile Kavala’nın cep telefonları aynı baz istasyonundan sinyal vermesi ama ikisi arasında telefon teması da tespit edilememiş.”
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/osman-kavala-neden-tutuklandi-40632223
İçeriği bile belirsiz telefon baz çakışması nasıl delil olabilir?
Ayrıca diyelim ki Barkey darbenin organizatörüydü. Peki darbe başarısız olmasına rağmen, üç gün sonra Karaköy’deki lokantalarda ne işi vardı? Barkey darbenin organizatörüyse kitaplarını yayınlamak ya da darbe organizasyonu için toplantı yapmış bir kurumdan ödül almak da olağanın ötesinde yoğun irtibata girer mi?
(Bu arada Barkey ve Türkiye okumalarıyla ilgili fikirlerimi merak edenler için darbenin hemen ardından biraz da öfkeyle yazılmış birkaç mesaj
https://twitter.com/yildarado/status/754148350958661632
https://twitter.com/yildarado/status/759088136072855552)
Kavala’nın tutuklama talebindeki ikinci suçlama “Hükümeti ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye yönelik ayaklanma olan ve tüm terör örgütlerinin (FETÖ/PDY, PKK/KCK, DHKP/C, MLKP) aktif katıldığı ve destek verdikleri, kamuoyunda ‘Gezi olayları’ olarak bilinen eylemlerin yöneticisi ve organizatörü olduğu” iddiası.
Gezi olaylarının üzerinden 3.5 yıl geçtikten sonra eylemlerin organizatörü ve yöneticisi olarak birinin bulunup tutuklanması ilginç. Aynı anda bu kadar terör örgütünü yönettiğine inanmaya ise ilginç demek epey naiflik olur.
Ama herhalde Gezi ile ilgili yazılmış tek iddianamenin altında 17 Aralık’ın FETÖ’cü firari savcısı Muammer Akkaş’ın imzasının bulunması kadar tuhaf değil bu. Kavala’nın eşi Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın açıklamasına göre “Gezi organizatörü iddiasına delil olarak dosyaya konan iletişim tespit tutanakları ve fiziki takip tutanakları bu Gezi soruşturmasını yürüten FETÖ mensubu kamu görevlilerinin görev yaptıkları dönemlere ait”
http://www.haksozhaber.net/osman-kavalanin-esi-ayse-bugradan-aciklama-98960h.htm
Tutuklama talebinde olup olmadığını bilmediğimiz ama basında delillerden biri olarak gösterilen Aydın Engin’in Osman Kavala’dan Cumhuriyet gazetesi için AB fonları bulunabilir mi yazışması da herhalde dosyaya delil olarak girmez.
Eğer Türkiye’nin resmi katılımcısı olduğu AB fonlarına başvurmak suç haline gelirse, Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’nın Avrupa Birliği’nden fon olarak yürüttükleri onlarca AB projesi hatta bu projelere başvurmak ve yürütmek için kurdukları AB genel müdürlükleri ve Şube Müdürlükleri de suçun kapsamına girebilir çünkü.
Herhalde Avrupa Birliği fonlarıyla Adalet Bakanlığı’nın yürüttüğü Türk Yargısında İfade Özgürlüğü projesi kapsamında eğitim almış savcılar ve hakimlerden bu delil döner. Projenin çok başarılı olmadığıysa açık.
Bunun dışında Kızıl Soros olmak diye bir suçu Türk Ceza Kanunu’ndan çıkarmak zor. Soros’un Türkiye’de kurduğu resmi vakfın yönetiminde yer almak suçsa bu suçun ucu, o vakfı kurmuş, danışma kurulunda bulunmuş, vakıftan projeleri için para almış herkese uzanır.
Eğer doğruysa bir işadamı olarak F-16 teknik aksamlarıyla ilgili bir ihaleye katılmak, Commodore 64’ü, cep telefonunu Türkiye’ye getirmek, bunları yaparken mafyayla da yolunun kesişmesi gibi bilgilerden bir biyografi için malzemeler çıkabilir ama herhalde bunlardan bir iddianame çıkarılamaz. Çıksa bile o iddianame mafyayla ilişkiye girmek için yazılır, darbe yapmak için değil.
2003 Irak işgaline karşı kurulan Barış Girişimi’nin kurucularından biri olarak 1 Mart tezkeresine karşı mitinglerde, İstanbul’daki NATO zirvesine karşı yapılan mitingde, Filistin’e destek eylemlerinde, Hrant Dink’le ilgili yapılan bütün eylemlerde, Kürt meselesiyle ilgili bütün çalışmalarda herkesin uzun boyuyla gördüğü Osman Kavala solcu bir işadamıydı.
2005’de Başbakan Erdoğan Diyarbakır’a meşhur ziyaretini yapmadan önce PKK’ya silah bırakma çağrısı yapan ve Başbakanlıkta Erdoğan’la görüşen aydınlar grubu içindeydi. Çözüm sürecindeyse önceliğinin çözüm değil, başkanlık olması, Öcalan’ın hükümetle anlaşıp başkanlığı getirmesinden endişe etmesi kendi çelişkisi, ahlaki sorunu olarak bir yere yazılır ama bunu yazılacağı yer de bir iddianame değildir.
2009’da Türkan Saylan’ın gözaltına alınmasından itibaren Ergenekon soruşturmalarına mesafe alan, 2010 Balyoz davasında sahteciliğin ortaya çıkması için çalışan, 2010 referandumunda da bu yüzden boykot açıklaması yapan birinin AK Parti iktidarından hoşlanmaması, onun gitmesi için uğraşması gayet anlaşılır ama bunun için FETÖ’cü bir darbeye destek vermesi herhalde beklenemez.
Bir işadamın maddi ve manevi imkanlarını lüks arabalara, evlere değil, kendi idealleri için kültürel, sanatsal, siyasi çalışmalara aktarması, sinir bozucu bulunabilir, keşke bizden de gönüllü olarak parasını böyle işlere yatıracak, öf pöf demeden bir yayınevi açacak, gazete kuracak, tarih çalışmalarını, sanatı, siyaseti destekleyecek işadamları çıksa diye iç geçirilebilir, bu kültürel ve siyasi iktidarın yıkılması için öfke de duyulabilir ama bu arzulanan kültürel iktidar değişimi polis ve savcı marifetiyle yapılamaz.
Keşke parasını böyle işlere yatıran işadamları çok olsaydı belki Amerika’da hamile karısını öldürmüş hapishanedeki bir gübre satıcısının darbede Türkiye’ye getirilip suikast yapabileceğine inanabilen bir medyadan daha iyisi olurdu.
Bu haberlerle başlamış bir soruşturmada sivil toplumcu bir işadamını tutuklayıp, devletle iş yapan saygın bir uzmanı gözaltı alarak da herhangi bir toplumsal, siyasal, kültürel iktidar değişikliği sağlanamaz, sonucu diğer Büyükada soruşturmasına benzer, olan yine ülkenin itibarına olur.
Ana uzağı geçtik, birkaç hafta önceki geçmişten bile kimse ders çıkarmıyor. Birinci Büyükada filmi çok tutunca devam filmi çekildi anlaşılan. Ama gerçekten kızıl bir adama kulak vermek gerekirse “Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi , ikincisinde komedi olarak.” (Karl Marx- Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i)