Ana SayfaYazarlarDiktatörlükten demokratörlüğe (2)

Diktatörlükten demokratörlüğe (2)

Bir önceki yazımda Fransız devlet televizyonunun 5. kanalında 2 Kasım akşamı yayımlanan “Türkiye’nin sahibi Erdoğan” başlıklı tartışma programına katılanların Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümetlerinin politikalarıyla ilgili görüşlerini, aklıma takılan sorularla birlikte, aktarmıştım.

 

Programda dile getirilen görüşlerle Fransız kamuoyuna aktarılan olumsuz Erdoğan portresi ve Türkiye imajının Fransız hükümetinin ülkemize yönelik politikaları açısından olumsuz yönde bir marj yarattığını göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’yi demokrasi değil “demokratörlük” ya da “diktokrasi” olarak kabul eden bir kamuoyunun, ülkemizi ilgilendiren konularda, örneğin AB’ne üyelik sürecinde, hükümetleri üzerinde lehimizde değil aleyhimizde bir tutum alması yönünde baskı oluşturacağına kuşku yok.

 

AK Parti’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başarı hanesine yazılan 1 Kasım seçim zaferi belki Türkiye’nin bir diktatörlük değil aslında bir demokratörlük olduğu düzeltmesini içeriyor. Ama bu, olasılıkla seçim zaferinin büyüklüğünü gölgelemeye yönelik bir düzeltme. Geçen yazımda bu nedenle, iktidara yakın medyamızın 1 Kasım seçimlerini gören uluslararası medyanın AK Parti’ye yaklaşımında olumlu yönde bir değişiklik olduğuna ve olacağına ilişkin iyimserliğine katılmadığımın altını çizmiştim.  

 

AK Parti’nin, uluslararası medyada yürütülen aleyhte kampanyaya karşın sandıktan “sürpriz” yaparak salt çoğunlukla çıkması, bükülmeyen elin öpülmesinin yolunu açmıyor. Çünkü seçim zaferi, programda Prof. Encel’in dile getirdiği Türkiye’nin “Orta Asya ve Orta Doğu’da etki alanı yaratan dış politikasından” duyulan rahatsızlığı daha da arttırıyor. O bakımdan üzerinde ilk olarak durulması gereken konu, Frédéric Encel’in Erdoğan’ı izlemekle suçladığı ve “Yeni Osmanlıcılık” olarak tanımladığı dış politika seçeneği olmalı.

 

Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırılan dış politika

 

 Encel, “Müslüman muhafazakâr” olarak tanımladığı Erdoğan’ı Türkiye’nin dış politikasına “İslamcı değil ama İslami” bir boyut eklediği gerekçesiyle eleştiriyor. Türkiye’nin aslında öteden beri ilgi gösterdiği Türkçe konuşan Orta Asya Cumhuriyetleri ile yakın ilişkileri de dâhil olmak üzere Orta Doğu’da “bölgesel aktör” olma çabalarını bu boyutun bir göstergesi olarak takdim ediyor. Bununla da yetinmiyor, kendi deyimiyle “grameri Türkçeye benzeyen diller” konuşan ülkelerle yakınlaşmayı “pantürkist”, İslam ülkeleriyle yakın ilişkiler içinde olmayı da “panislamist” olarak takdim ediyor. Bu politikanın ayrıca Sünni eksenli olduğunu öne sürüyor.

 

Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’na özgü bu iki kavrama bakalım. Türkçe konuşan ülkelerle ilişkilerin sıkılaştırılması ancak zorlamayla “Pantürkizm” tanımı içine sığdırılabilir ama bu kavramın artık XIX. yüzyıldaki gibi yayılmacı bir anlam içermediği açık. Bugün İspanyolca konuşan Latin Amerika ülkeleriyle yakınlaşma nasıl İspanyol dış politikasının üçayağından birini oluşturuyorsa, Türkiye’nin Türkçe konuşan ülkelerle yakın ilişkiler içinde bulunmasını da doğal karşılamak gerekir.

 

Kaldı ki bugün Fransa özellikle Afrika’daki Fransızca konuşan eski sömürgeleriyle yakın ilişkiler içinde bulunuyor. Bu ülkelerin “Francophone” olması aslında sömürge döneminden kalan bir miras. Bu noktadan hareketle, Fransız dış politikasının “Francophone” ülkelerle yakın ilişkiler boyutunu “neo-colonial” olarak nitelemek ve eleştirmek pekâlâ mümkün. Bu niteleme ayrıca geçmişte sömürgeleri olmamış bir ülkenin dış politikasına eklemlenen  “pantürkist” etiketinden çok daha gerçekçi.

 

Panislamizm” kavramına gelince, iki şekilde tanımlanabilir: birincisi dünyadaki Müslüman toplulukların bir araya gelmesini, ikincisi de Müslümanların yaşadığı toprakların bir araya getirilmesini hedefleyen politika. Eleştirilen, Türkiye’nin Orta-Doğu bölgesinde, Encel ’in ifadesiyle, “etki alanı yaratması” boyutu ise, bunu “Panislamist” olarak nitelemek bir kere kavramın tanımına uygun değil. İkincisi, bu politika Sünni eksenliyse, mezhepçi bir nitelik taşıyorsa, etki alanını Suriye ve Irak’ın bile Güneyine gidemeyecek kadar daraltır ki “Yeni Osmanlıcı” olarak nitelendirilmesinin anlamı kalmaz.  Üçüncüsü ve belki çok daha önemlisi, Türkiye’nin Güney sınırlarının hemen ötesindeki bölgede kendi çıkarlarını kollamadan olup bitenleri seyretmesi de herhalde mantıklı olmaz.

 

Fransa’nın bölgeye ilgisine gelecek olursak, unutmayalım ki, Büyük Britanya gibi, sadece Birinci Dünya Savaşı galip ülkelerinden olmasından kaynaklanıyor. Bölge şimdi yeniden şekillenirken, Türkiye gibi sınırdaş bir ülkenin değil de, yüzyıl önce burada gizli ittifaklarla etki alanı kurmuş sömürgeci ülkelerin sözlerinin hâlâ geçmesi ne kadar makul acaba?

 

Frédéric Encel’e göre, Türkiye’nin gerek Orta Asya, gerekse Arap Baharı’yla birlikte Orta Doğu’da etki alanı yaratması,  Atatürk’ün Cumhuriyet Türkiyesi’ne kazandırdığı “laiklik” ilkesiyle çelişiyor. Bu, son derece saçma bir görüş olmasının yanı sıra, geçen yazımda altını çizdiğim gibi, “Türkiye, Lausanne barış müzakerelerinde karşı tarafa Arap Dünyası ve Orta Asya’da tek başına etkili olmamaya söz mü vermişti” sorusunu akla getiriyor. Bu konuda araştırma yapmış olmadığım için bu soruyu bir çırpıda yanıtlamam mümkün değil. Ama bugünün uluslararası arenasında, Türkiye’nin sadece eleştirilen Orta Asya ve Orta Doğu’da değil, ayrıca Balkanlar, Akdeniz ve Karadeniz’de de bölgesel aktör olarak “barış ve istikrarı önceleyen bir dış politika izlemesi” son derece doğal geliyor bana.   

 

Sonuç itibariyle dış politikamızın “Yeni Osmanlıcı” olarak etiketlenmesinden, Türkiye’nin bölgesinde demokratik olsun, olmasın, öncelikle büyük devletlerin çıkarları doğrultusunda hareket etmesi gerektiği anlamı çıkıyor. Görünen o ki Erdoğan ve AK Parti’ye yönelik bütün eleştirilerin özünde bölgede izlediği büyük devletlerin çıkarlarını öncelemeyen dış politika var. Bu politika AK Parti iktidarında bir türlü değiştirilemiyorsa, geriye ilk olarak ivedilikle Arap Baharı’nı durdurmak, sonra da Türkiye’de iktidarı değiştirmek kalmış anlaşılan.

 

Seçilmiş iktidarı değiştirmek

 

Arap Baharı’nın durdurulması, hatta Mısır’da olduğu gibi demokratik ülkelerce desteklenen bir askeri darbeyle tersine çevrilmesi doğrusu pek güç olmadı. Encel’in mantığını izleyecek olursak, böylelikle Türkiye’nin de bu bölgede etki alanı yaratmasının önüne geçilmiş oldu. Programı izlememiş, Encel ’in sözlerini duymamış olsaydım, komplo teorisi kokuyor diye bu satırları belki bu kadar rahat yazamazdım.

 

Prof. Encel’in Erdoğan’ın dış politikası hakkında Fransız kamuoyuna hitaben dile getirdiği bu eleştirilerin Türkiye’de AK Parti’nin oyundan çok daha yüksek oranda destek görmeyeceğini kabul etmek gerekir. Türkiye’nin etki alanını, sadece Orta Asya ve Orta Doğu’da değil, yakın çevresindeki tüm bölgelerde barış ve istikrara katkıda bulunmak üzere genişletmesine bizler neden karşı çıkalım ki?

 

Aslında, Türkiye’deki muhalefet çevrelerinde dile getirilen dış politikaya yönelik eleştiriler Encel’in söylediklerinden farklı. Bir kere, Encel’in “pantürkist” dediği Orta Asya ülkeleriyle yakın ilişkiler boyutu tartışılmıyor. Tartışılacak olsa AKP’den önce MHP seçmeni buna itiraz ederdi herhalde. İkincisi, Türkiye Orta Doğu’da etki alanı yaratmak istiyor diye değil aksine Arap Baharı’nın tersine dönmesiyle birlikte, mevcut etki alanını yitirdiği için eleştiriliyor. Askeri darbeye karşı çıkarak Mısır, kendi halkıyla savaşan Esat’la köprüleri atarak Suriye ile ikili ilişkilerin bozulmasına yol açtığı için.

 

Fiili bir durumun farklı şekilde yorumlanmasına dayanan bu eleştirileri doğal karşılamak gerekir. Sonuçta Mısır ve Suriye ile yakın ilişkilerin devamı, bu ülkelerde darbeler ve insan hakları ihlallerine karşı çıkmaya tercih ediliyorsa, AK Parti hükümetinin dış politikası eleştirilebilir pekâlâ. Ama doğal olmayan eleştiriler de oluyor. Söz konusu programda da dile getirilen “Türkiye IŞİD’i destekliyor” türünde yalan haberler üzerine inşa edilen eleştiriler gibi.

 

Türkiye’nin, hangi güçlerin elinin karıştığı bilinmeyen IŞİD gibi bir terör örgütüne yardım ettiği iddiası aslında AK Parti iktidarının doğrudan ve dolaylı olarak yıpratılmasına yönelik işlev görüyor. Doğrudan işlevi, Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı İttifakı ile politikasının ayrıştığı tezini güçlendirmek. Dolaylı işlevi ise, PKK üzerinden iktidarın 2013’den bu yana yürüttüğü Çözüm Süreci’ni baltalamak suretiyle Türkiye’de yeni bir çatışma alanı yaratmak. Bu çatışma alanı, ortaya atılan yeni iddialarla birlikte, iktidarın Kürt sorununun çözümü bağlamında bugüne kadar yaptığı reformların göz ardı edilerek Türkiye’nin bir demokrasi değil diktokrasi olduğu imajını güçlendirmeyi hedefliyor.

 

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de yargının terör örgütü kabul ettiği Paralel Yapı ile PKK’nın bu hedefte bir araya geldiği ve France 5’deki programa katılanların uluslararası medya tarafından da paylaşılan görüşleriyle bire bir örtüşen bir Erdoğan Türkiye’si imajının ortaya çıktığı görülüyor.

 

Bu imaj, söz konusu medyanın yayın yaptığı demokratik ülkelerde görev yapan hükümetlerce resmen paylaşılmıyor. Ama resmi politikalarla kamuoyunda oluşan Türkiye algısı arasındaki marj o kadar açılmış durumda ki “acaba bu ülkelerin Türkiye aleyhinde bir kamu diplomasisi örneğiyle mi karşı karşıyayız” sorusu akla takılıyor. Bu soruyu geçen yazımda yönelttiğim ama henüz yanıtını arama fırsatını bulamadığım iki soruyla birlikte değerlendirmekte yarar var.

 

Bu sorulardan ilki şuydu: sivil toplum görünümlü derin devlet yapıları başka ülkelerin siyasetini yönlendirmek için yaygınlaştırılan ve insancıl hukuka göre geçerli de olan “demokrasi lehine” içişlerine müdahale yöntemi mi? İkincisi, PKK yine aynı amaçla aynı çevrelerce kullanılan bir terör örgütü mü?

 

Bir sonraki yazımda bu soruların yanıtını aramaya çalışacağım.

- Advertisment -