Arefe günü TRT Radyo 1’de bayram üzre konuşurken ettiğim lavgarlığa kendim de şaştım.
Demek ki, diyeceğim çoğ’umuş, sayfalarım az’ımış.
Ramazan hoşgelişi, yaşaması, uğurlanışıyla, ağız tadı ve töresiyle anlatmakla tükenmez hazİne.
Her ne kadar ülfetimiz ‘kuru kuru kurbanın olam, yaş yaş gadan alam’ makamından olsa da.
Ve Yaradana borcumuz kredi kartı borcumuza rahmet okutacak kadar çoksa da.
Belki temiz kalple tanıklık, gönül kaydı ve olabildiğince doğru söylemek de ibadetten sayılır.
Bu da züğürt tesellisi elbet. Söylemek, ama iyi ve has söylemek, doğru söylemek (öyle söyleriz diye çalım ettiğimden değil, doğru ve birleştirici sözün önemi şu günlerde arş-ı alaya çıktığından… Kem söz can yakıyor, birleştirmiyor, sağalmıyor, tıpışlamıyor, yol açmıyor…
Sosyal paylaşım sitelerinde oruç tutmadığını, inanmadığını, mütedeyyinlere gerici, yobaz yaftası yapıştırarak belirtenden geçilmiyor, kimi rakı kadehli fotoğrafisini ekliyor.
Milli bayramların kendi beklediği coşkuyla kutlanmadığı bahanesiyle, dini bayramları reddedip, kutlamadığını yazmak marifet sayılır oldu.
‘Oh, gittiler, geri dönmeyesiceler, gidişleri olsun dönüşleri olmasın inşallah. İstanbul bayramda bize kaldı, zaten bizimdi de işte halk geldi, işgal edince şey oldu… Neyse ki, on günlüğüne de olsa herkeş köyüne, taşrasına defoldu…’
Bunları yetiştirenler kimbilir nasıl utanıyor, yapıp söylediğini görerek büyüyenler nasıl eziliyor, ne diyeceğini bilemiyor…
‘Yerin ruhu’nun önemine dikkat çeker, sevgili arkadaşım Sadık Yemni, onun melodi gibi bir şey olduğuna inanır.’ İyi bir melodinin çeviriye gerek duymadan, bütün insanların da evrende kulağı olan ve titreşimle duyabilen yaratıkların da duyup anladığı, nostaljik, keyf veren bir çeşit melodi ‘ olduğunu söyler. Yerin ruhunu ıskalayarak, insanı kenara iterek ne yapılsa, serüven olmaktan öteye gidemez. İşte bayramlar da yer üstündekilerin yerin ruhuna kulak vererek gönendiği, gönülden yana da doyduğu zamanlar. Elbet gönülden yana doyabilmek, karın tokluğuyla mümkün. Bilinçten yana doygunlukla bir de… Yerin altı, yerin üstü ve gökkubbeden birinde çatlak ses varsa, hayat denen o büyük senfoni olması gerektiği gibi görkemli çalınabilir mi?
Radyo muhabbetimde bir baktım, Emre’m Yunus lütfedip gelmiş, kendinden sözettiriyor, ananemin biz çocukken o küçücük, engin gönüllü eski evlerin dip köşe bayram temizliği bitip de ev tahtaları bile ovulup, arı sili olunca, damla sakızını demir kürek üstündeki ateşe koyup, oda sofa gezerken, damla sakızı ateşte eriyip ev mis gibi mezzeki kokarken, ananemin Yunus Emre ilahileri söylediğini anlatmaya koyulmuşum, bir de baktım… Ev şiirle, ilahilerle şartlanıyor, göneniyor. Söz sussa da, biz çocuklar, bayram boyu kulağımızda o sesle uyur- uyanırdık. Söz mübarek, savaşı bitiren söz, gönüller ferahlatan söz, iki kalas bir heves arası en şenlikli gösteriye sahne açan söz.
Şimdi sözüm ona çağdaşız, ama doğru, iyi, kin’siz söz edemeyip, gönülden yana iç kanama geçiriyoruz.
Öylesine gerilmiş ki ortalık, bir kıvılcım yetiyor, kem söz bomba olup patlıyor, içimiz, aklımız, ruhumuz paramparça. Üstelik dikiş tutmuyor bu yara, ağrı kesici de işe yaramıyor.
‘Her şeye rağmen ve inadına iyi bayramlar’ diyebiliyor, en ummadıklarınız…
‘Her şeye rağmen’ karnı geniş bir tanım, usuldan şunu demek istiyor: ‘Onlar başımızda, kahretsin, bombalara gelesiler, gitmezlerse gönderilesiceler, eh muhalefet desen; eteğiyle başını örten kocakarı, çarkçıbaşı. Eli kanlı diktatörün istifa edesi yok, bizi desen ne seçim getirir başa, ne geçim , anca gözünü sevdiğim , yoluna güller serdiğim darbe; onun da gelesi yok, nazından dazı yarılıyor, paşaların yeri de dar, yeni de, e n’apcaz biz bu koyun kafalılarla, şeriat isteyenlerle? Kemal paşa Kemal paşa, kalkıp gelsen, kılıcını çalsan taşa, onun da gelesi yok, yerinde rahatmış, şeytan görsünmüş yüzümüzü… Her şeye rağmen mealen bu, hepsi ve daha fazlası (!)
İnadına, bütün bunlara rağmen, oh oh, safam olsun, işte bayram, işte taş, yersen…
Yemesen de o taşı atmış gibi yaparım, küfrümü, nizamı ederim, devrime yazılırım, e bir ucundan bu bayram dediğin de halkın şeysi, şeyetmeli, yoksa işin ucunda şey’olmak da var, mahçup…
Gerilmiş enstrüman yayı gibiyiz, tel de araya gidiyor, yay da, telin bağlandığı kelebekler de…
Dinlemeyi bilmiyoruz, çünkü duymak istemiyoruz. Başka sesi, uzlaşıya, kardeşliğe çağıran sesi, bizimkinden farklı olanı, öteki notaları… Canım kendim, en doğru benim, beni sevmeyen ölsün, karşıdaki de sussun, öteki sesler de…
Varsa benim sesim, yoksa benim yolum, ille benim ufuksuzluğum, kör inadım, alafucuruk bozduman küfürlerim, dillerim…
Olmuyor işte… Olacağı da yok.
Bizi bizden ediyor bu kakafoni, bu ekşi maya, bu bozuk ses, huzursuz kılan, çözümü öteleyen hal…
Ne ara böyle iz’ansız, küfürbaz, kötücül olduk biz?
Neden sözle anlatamadığımızı silah sıkarcasına söyler olduk?
Bazı işleri, halleri adlı adınca söylemekten neden korkuyoruz?
Adını doğru koyduğumuzun demokrasiye ve toplumsal barışa, koca bir toplumun binlerce yıldır elden ele bugünlere getirdiği mayasına, huzuruna kastettiğini, budayıp indirdiğini görüp bilmek yetmez, söylemek de gerek, neden korkup çekiniyoruz?
Biz eksik yaptık (hadi, yanlış yaptık demeyelim), elele verelim, hep birlikte düşünelim, doğruyu bulalım, demek bu kadar mı zor?
Sustuğumuzda, savunmadığımızda yerin, göğün hakkı var oysa, çocukların, şarkıların, haklı savaşların, ölümlerin bile hakkı var.
Koca koca insanlara, sanatçılara, siyasetçilere, bilicilere, düşünürlere kulak verin bakın, kem sözün usul ve haklı/doğru sözü galebe çaldığını söyleyenlere…
Bu diller bizim dillerimiz mi, bu maya bize yakışıyor mu?
Çözemeyince, çare bulamayınca, düşünemeyince küfredelim, haklı sayılalım, öyle mi?
Son Serbestiyet programında Halil Berktay üstadın o çelebi, ölçülü, beyefendi kişiliğiyle, toplumu tutsak eden bu hale isyanını görünce, eh dedim, sabır taşı bile çatlıyor işte… O galiz küfr’leri, yüzümüzü kızartan kimliksiz, kişiliksiz, aptalca söyleyişlere nasıl zerafetle dikkat çekti, isyan etti… O anlatmasına anlattı ya, anlamak istemeyenler anlamazdan geldi elbet.
Abidik gubidik bir söyleyişle, kanıtsız/tanıksız suçlamalarla, habire tornistan ederek, çirkinleşerek, küfürden başlamayarak, ‘yepyeni, tertemiz bir Meclis istiyoruz, darbeyle de gelse kabulümüz’ diyecek kadar küçülerek, inananı, inanmayanıyla yüzde ellimizin oylarıyla iktidara gelen bir partinin çalışmasına zaman tanıyıp, muhalif olmayı yakışığıyla becereceğimize, küfürden, küçülmekten, darbeden niye medet umuyorsunuz, utanmıyor musunuz?
Utanmak da bir erdem, herkese nasip olmaz.
Allah hepimizi utanmayı bilenlerden eylesin.
Yüzüne tükürüldüğünü rahmet sayan iz’ansız, ar’sız, kötücül, hain ve akılsızlardan eylemesin
* * *
Sosyal medyanın tescilli sahtekarlarının yangına benzin döken şarlamaları ve sözleri, yalan sözleriyle nereye kadar? Sabır taşı çatlar, insan ve toplum şöyle dursun…’Neyine senin bayram kutlamak, vahşice katlediyorken insanları,’ diyor, biliciler, darbe umucular, onca yaşamışlığıyla akıl baliğ olamayan, küçük insanlar.
Bu durum, topluma kıran sokan hastalıktan beter, üstelik bulaşıcı.
İçimizi daraltan, ağız dil kilitleyen, gözyaşını tetikleyen, iş göreni işinden, yolundan eden bir hal.
Yok mu insan, nerede sabırlı, sağduyulu, anlayan, susabilen ve söyleyebilen, güzel söyleyen insan, diye üstünü başını paralayası geliyor herkesin. Neredesiniz? Neden korkuyor, saklanıyorsunuz? Dandik makamdan saçmalıklarınızı anca kendi takımınızın duyduğunu, orada da horoz çok olduğundan sabahların olmadığını, olamayacağını anlayın artık.
Bu kadar yaralanmış, böylesi kanayan ve kenetlenmek dışında devası kalmayan bir toplumun güzel ve doğru söyleyen, düşmanlığı bile edebiyle edebilen sağduyulu kişilere gereksinimi çok. Zaman kaybettikçe, aklı başında olması beklenenler delirmekte, küfretmekte ve bu nöbetçi devrimciler ahmaklıkta direttikçe toplumsal yaramızın dikiş tutması bir yana, yara azıyor.
Neyse ki bu halk, Yunus’lardan el almış, gönlü erenlerle mayalanmış, sezgisi güçlü bir halk.
Kendinden bihaber olanı görüp biliyor, ölçüsüzleri görüyor, ahmakları, kötücül ve küfürbazları gölgesinden tanıyor, büyük sabrı ve sezgisiyle önce susup, sonra bildiğini okuyor. İyi ki… Darısı halk kadar çekmediğinden onun gibi sezemeyen, anlayamayanlara. Lay lay lom halkçılara, aman çözüm olmasın, aman düğümlü ve çaresiz kalalım, diyenlere.
Küfrü, düşmanlığı bile edemeyen akıl ve dil yetimlerine şu dizeler, Emrem Yunus’dan gelsin:
‘Küfür ile iman dahi, hicap imiş bu yolda
Safalaştık küfürle, imanı yağmaya verdik
Senlik benlik olucağız, iş ikilikte kalır
Çıktık ikilik evinden, sen beni yağmaya verdik
Bu bizim pazarımızda, yokluk olur müşteri
Geçtik bitmez sağınçtan, zamanı yağmaya verdik
Payanlı devr ü zaman, nice anlasın Yunus'u
Payansız devre erdik, devranı yağmaya verdik.’
Varlığınız, coşkunuz, aklınız, hevesiniz ve aman diliniz, ille diliniz, edebiniz yağmaya verilmesin, aradan dereye gitmesin.
Elele, kolkola ayağa kalkan da, sesiniz, şarkınız araya gitmesin…