Bu yazı için tasarladığım ilk başlık, “CHP’nin değişimi ve ‘Kemalistin’ dilemması” idi ve tahmin ettiğiniz gibi Gürbüz Özaltınlı’nın son yazısına nazireydi (“AKP’nin değişimi ve ‘demokratın’ dilemması”, Serbestiyet, 7 Haziran).
Fakat yazacaklarım üzerine düşünmeye başlayınca fark ettim ki ‘dilemma’ meselesi sadece demokratları ve Kemalistleri değil, ülkedeki istisnasız bütün siyasi yönelimleri ilgilendiriyordu.
Gerçekten de, hangi siyasi yönelimden olurlarsa olsunlar fark etmiyor; 24 Haziran seçimleri öncesinde seçmenlerin eski seçimlerdeki nispî huzurlarının yerinde yeller esiyor. Muhafazakârlar da, laikler de, milliyetçiler de, Kürtler de, sosyalist solcular vb. de siyasi temsilcilerinden daha önce hiç duymadıkları söylemleri içlerine sindirmeye, içinde bulundukları dilemmalarla baş etmeye çalışıyorlar. Fakat galiba en zor durumda olanlar CHP tabanındaki laik-Kemalist seçmenler.
Bu tabloyu göz önünde bulundurunca, üstüne bir de Etyen Mahçupyan’ın son yazısını (“AK Partililerin draması”, Karar ve Serbestiyet, 10 Haziran) okuyunca, kendi yazımı CHP tabanındaki laik-Kemalist seçmenlerin ‘dilemma’sıyla sınırlı tutmanın doğru olmayacağına karar verdim; o zaman da başlık yukarıda gördüğünüz gibi değişti.
Demokratın dilemması…
‘Dilemma’, güç bir durum ya da açmaz karşısında ikileme düşme anlamına gelen bir kelime… Dilemma karşısında insanların çelişkili davranışlar içine girme eğiliminde olmaları beklenir. Düşünce pratiğinde dilemmalar özellikle, dışındaki dünya ve olgular değiştiği halde o değişime uyum gösteremeyenlerin bir meselesi olarak ortaya çıkarlar.
Bana bu yazıyı yazmada ilham kaynağı olan Gürbüz Özaltınlı da zikrettiğim yazısında kendisini ‘demokrat’ olarak tanımladığı halde, “belirgin olarak otoriterleşmiş” Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarını “mecburen” desteklemeye devam edeceğini söyleyen ‘demokratın’ dilemmasını konu ediniyordu:
“Bu hareket belirgin olarak otoriterleşmiştir. Merkezine reisin iradesinin oturduğu; tek adamın kurtarıcı ilan edildiği ve bunun kabul gördüğü; bu irade ile tartışan, fark koyan herkesin tehdit sayılıp uzaklaştırıldığı ve hatta düşmanlaştırıldığı, yasakçılığın ve cezalandırıcılığın ölçüsüzce tırmandırıldığı, otoriter- muhafazakâr- milliyetçi (ve en önemlisi) keyfi bir nitelik kazanmıştır. (…)
“Bugün ‘Reisİ i tek seçenek görenlerin, kanımca ruh hallerini anlatabilecekleri en doğru cümle; ‘Otoriterliği kaosa tercih ediyoruz’ cümlesidir.
Türkiye’nin ‘kaos ile otoriterlik arasına sıkıştığı’ fikri, bir algıyı yansıtıyor. Bir yandan da iktidarın söylem üretme başarısını… Bu, üzerinden atlanıp geçilecek bir tartışma değil. Başka yazıların konusu olsun.
Fakat şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Kendini demokrat sayan bir insanın, bu ülkenin Mustafa Kemal’den bu yana karşılaştığı en kesif ‘tek adam’ otoritesine ‘mecburen’ evet demesi de nasıl bir çaresizliktir bilemem.
‘Demokratlık bu memlekette bir masal imiş’ diyerek rahatlıyorlarsa tamam… Yok diyemiyorlarsa, tanrı bu ruh halinin yardımcısı olsun.”
Muhafazakârın dilemması…
Etyen Mahçupyan da dün (10 Haziran), AK Parti’deki otoriterleşmenin bu partiye oy veren muhafazakârları nasıl bir dilemma ile yüzyüze bıraktığını ele alan bir yazı kaleme almıştı. Muhafazakârın bu seçim öncesindeki dilemmasını da onun satırlarından izleyelim:
“Bugün de AK Partililerin samimi arzusunu sorsak, muhtemelen Erdoğan lider olarak kalsın ama ‘doğru’ davransın diyeceklerdir. Ne var ki siyasette ihtiraslar çarpışıyor ve daha keskin ve sebatkar olan kazanıyor. AK Parti içinde de Erdoğan ‘bu yolu yürüdüğü’ kendi arkadaşlarını siyasetin kenarına iterek tek başına yönetmek istediğinde karşısına direnç çıkmadı. Ve AK Parti kısa sürede bütün iç kurumsallaşmasını işlevsiz hale getirecek bir tek adam idaresine kaydı.”
Buradan yola çıkarak muhafazakârların dilemmasını şöyle tarif etmek sanırım yanlış olmaz: “Biz gelecek ve umuttan söz eden bildiğimiz eski partiye oy vermek istiyoruz, fakat o parti artık yok ve yerine gelen yenisi sadece geçmişten, korkulardan ve muhtemel kaostan söz ediyor. Yeni AK Parti’yle sorunum var fakat inandırıcı başka bir alternatif göremiyorum ve ‘mecburen’ onu desteklemeye devam edeceğim.”
Kendini demokrat sayanlarla muhafazakâr-demokrat sayanların kaos korkusuyla otoriterleşmeye ‘mecburen evet’ noktasında birleşmiş olmaları çok hazin bir dilemma değil mi?
Kemalistin dilemması…
Kendilerini temsil eden siyasetçilerin bildikleri siyasetçiler olmaktan çıkmaları ve bambaşka bir söylemi dile getirmeye başlamalarıyla birlikte düşünce konforları en fazla bozulan kesimin CHP tabanındaki laik-Kemalist seçmenler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gerçi, bu öğrenilmiş bir çaresizliğin türeviydi ve bu anlamda gönüllü bir adaptasyondan bile söz edilebilirdi…
Çünkü CHP’nin çekirdek seçmeni artık iktidar için sadece laiklere seslenen ve onların yüreğini soğutacak tarzda konuşan liderlerin yetmeyeceğine inanıyor ve gönülsüz de olsa, liderlerinin seçim kazandıracak yeni bir söyleme geçmelerine razı oluyor; o söylem, eskisi gibi yüreklerini soğutamasa da… Muharrem İnce’nin Kürtlerle ve muhafazakârlarla ilgili olarak, taban tepkisinden hiç korkmadan hayli radikal bir dile yönelmesi biraz da tabandaki bu mecburi kavrayıştan kaynaklanıyor.
Fakat ne olursa olsun, ne surette olursa olsun, gerekçe ister şu ister bu olsun, neticede on yıllardır ezberlenmiş klişelerden başka bir şey duymak istemeyen, buna cüret edenleri de dünyaya geldiğine pişman eden bir seçmen kitlesinden söz ediyoruz.
İnsan, bu geçmişe bakınca onların da bir sınırının olacağını düşünüyor ama, hayır, bu sınır bir türlü konmuyor. Konmayınca da Muharrem İnce coştukça coşuyor. En son önceki gün (9 Haziran) NTV’deki söyleşisinde dindar velilere, istedikleri takdirde iki saatlik din derslerinin üç, dört, beş, altı saate çıkartılabileceği sözünü verdi. Orada durmadı, ilave hadis, siyer derslerinden söz etti.
Tamam, CHP’nin tabanındaki laik-Kemalist seçmenler seçimi kazanmak için eski söylemden vazgeçmek gerektiğine nihayet ikna olmuş durumdalar ama, takdir edersiniz ki dilemmanın bu dozuna dayanmak hiç kolay değil.
Belki şu karşılaştırma onların duygusal zorluklarını bir nebze olsun azaltabilir: Kendilerini muhafazakâr demokrat ya da demokrat sayanlar daha otoriter bir ülke vaadine rağmen Recep Tayyip Erdoğan’ı kaos korkusuyla -ve mecburen- destekleyeceklerini söylerlerken, kendilerini laik-Kemalist sayanlar, ezber bozucu söylemiyle onları rahatsız etse de özünde daha özgür bir ülke vaat eden Muharrem İnce’yi destekleyeceğini söylüyorlar.
Bu ikisinden hangisi daha huzur bozucu? Tabii ki birincisi…
Kürtlerin ve sosyalist solun dilemması
Buradaki dilemma, daha düne kadar Kürtlerin siyasi partilerini ve solu bastırmayı en önemli görevlerinden biri sayan devletin partisi olmakla itham edilen Cumhuriyet Halk Partisi’nin cumhurbaşkanı adayına ‘kurtarıcı’ nazarıyla bakılmasında yatıyor. O kadar ki, biri (Hayko Bağdat) çıkıp bu yüz yıllık ezberi hatırlattığında, anasından emdiği süt burnundan getirildi.
Görüyorsunuz, Kürtlerin ve sosyalist solun dilemması da altından kolayca kalkılır gibi değil.
İYİ Parti’de toplaşmış yeni milliyetçilerin temel dilemmasını ise bırakın şahlanmış militer duygulara katılmayı, partilerinin o duygular karşısında neredeyse eleştirel bir dil tutturması oluşturuyor.
Görüyorsunuz, her siyasi yönelimden insanların işi bu defa çok zor.
Bu seçim sıkça tekrar edildiği gibi Türkiye tarihinin en önemli seçimi mi bilmem ama seçmenlerin en huzursuz seçimleri olduğuna neredeyse eminim.