Dünya artık 1910’lu yıllarından bugüne gelen, Batı Avrupa/ABD dışındaki bölgelerin büyük devletlerce acımasızca ve açgözlülükle yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanına karşı yavaş yavaş uyanışa, karşı koymaya sahne oluyor. Bu talana büyük devletlerin kültürel hegemonyasını da eklersek, karşı koyuşun yalnızca ekonomik boyutunu değil, farklı kimlik, din ve kültürlerin bu hegemonyaya karşı eşitlik talebini ve özgünlüğünü savunma siyasetlerini de görebiliriz.
Bu çıkışlardan birini 2002 sonrasında iktidara gelen AKP’nin, içerde boğulmaktan kurtulup, nefes alabildiği ilk fırsatta yapabildiğini gördük. Sonuçları bakımından bir hayli uğraşıya, yoksul halklar ve ülkelerde farkındalığın yükselmesine, belirli ittifakların kurulmasına yani zaman içinde gelişime ihtiyacı olan bu hamle bir başlangıç. İslamiyetin 1918 sonrasında büyük devletlerce sadece kendi çıkarları için değersizleştirilmesine –çünkü yeni sömürge sisteminde işgal ettikleri toprakların yüzde 70’ten fazlasında Müslümanlar yaşıyordu- karşı bir gün bir ses yükselecekti. Otoriter Humeyni rejiminin ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu bu tür bir karşı koyuş olmakla birlikte Türkiye’den gelen ses Batı dünyasını çok daha fazla sarstı. Bunun birçok tarihsel, jeopolitik vd. nedenleri var ve bu ayrı bir yazı konusu. Filistin halkının var olma direnişi ise aynı kulvardaki hareketler içinde yer alıyor.
Ama şimdi gelelim konumuza yani Türkiye’de dindarların dönüşümü ve seküler kesimlerin bu dönüşüme körlüğü dahası engelleme çabaları meselesine.
Ülkemizdeki 2002 sonrası siyasi ve toplumsal gelişmeleri, aşırı seküler akademi çevresi ve aydınların katılaşmış, adeta bir inanç sistemi/ilahiyat oluşturmuş düşünce dünyaları ve önyargıları, korkuları nedeniyle hakkaniyetle değerlendirmeleri mümkün görünmüyor. Tarihsel bir dönüşüm sürecinin tam ortasında yaşarken ve düşünmeye çalışırken olan bitene gözlerimizi kapamamak için öncelikle bazı çok güçlü önyargılardan kurtulmamız gerekiyor.
Sol ve seküler kesimlerin bu dönüşüme yanıtı en azından görmezden gelmek, ortalamada aşağılayarak değersizleştirmek ve dezenformasyon, aşırı uçta da onu boğmaya çalışmak oldu.
Sorun da burada başlıyor. 90 küsur yıldır kamu alanından, akademiden, siyasetten, ekonomiden dışlanmaya çalışılmış dindar kesimler kendi kaderlerini değiştirecek bir ortama kavuştular, görünür oldular, hayat tarzlarını, fikirlerini, görüşlerini açıkça savunmaya başladılar. Sinmişlik ve korkuyu üzerlerinden atıp sekülerlerin hegemonyasındaki büyük kent sahnesinde boy gösterdiler (“Taksim bizim!” sloganı da bu yüzden. Dışlama çabalarına bir örnek de ODTÜ’lü yeni TKP’li öğrencilerden: “Üniversiteler bizim!” Bu “biz” kim ola ki?) Bu olguların toplumsal bir dinamizm yarattığını görmemek imkânsız, ancak ortada sınıfsal bir mesele var. Seküler aydınlar, siyasetçiler ve eski sol, altta bırakılmış bu kesimlerin görünür olmasından da nefret ediyorlar, alttan yukarı doğru mobilizasyonundan da. Bu sınıfsal bir nefret.
Bu nefretin öznesi elbette AKP’ye oy veren bu büyük kesimler olmayacaktı; bu açıkça halk düşmanlığı olurdu, bunun yerine sessiz çoğunluğun sesi olmayı başaran Erdoğan, seküler kesimlerin tek hedefi haline geldi. Bu teklik de ayrı bir inceleme konusu. Bana öyle geliyor ki büyük çoğunlukların uzun yıllardır içinde biriktirdiği öfkeyi de, umudu da bu ses temsil ediyor. Arada bir aşırıya giden ifadelerini hoş görmeleri bu yüzden.
Anlaşılan, bu dönüşümü engelleme çabaları da derenin ilkbahardaki coşkulu akışıyla kenarda kalarak, su yolunda devam edecek. Ben bu macerayı ilgiyle izliyorum.