Ana SayfaYazarlar'Dinin payı yok' denebilir mi?

‘Dinin payı yok’ denebilir mi?

[18 Kasım 2015] Paris katliamının sarsıntıları sürüyor. Fikrî planda da. Bir, bütün kabahati dine, Müslümanlığa bulanlar var. Temelinde Avrupa-merkezci önyargılar ve Samuel Huntington’ın neo-con “medeniyetler çatışması” vizyonu yatıyor: Komünizm bitti, bundan sonraki düşmanımız İslâm. İki, diğer yanda bütün kabahati Batıya bulanlar. Bu da İslâm âlemi açısından defansif bir reflex. İlkinin kısa bir dökümünü Oral Çalışlar çıkardı (İslâm dünyasını anlamayan oryantalist körlük, 16 Kasım). İkincisini ise Gürbüz Özaltınlı örnekledi ve eleştirdi (Paris’te terör ve ideoloji, 14 Kasım; Paris kanarken yurttan sesler, 17 Kasım 2015). Kendi kendime tekrar sormak ihtiyacını duydum: Ben nerede duruyorum?

 

Önce katıldıklarımı sıralayayım. Elbette, bir bütün olarak İslâmiyet suçlanamaz. Elbette, başka dinler gibi Müslümanlıkta da özsel ve vazgeçilmez bir şiddet yanlılığı veya bizatihî teröre yatkınlık söz konusu değil. Elbette, her türlü düşünce veya inanç sistemi yoruma açık. Elbette, Kutsal Diyarları (Müslüman) imansızların elinden almanın Tanrının emri olduğu, dolayısıyla Haçlı Seferlerinin ve daha genel olarak bir “Haçlılık ruhu”nun haklı ve meşru sayılması gerektiği, nasıl Hıristiyanlığın olası yorumlarından sadece biriyse, aynı şekilde, yeryüzünü Darülislâm ve Darülharb diye ikiye ayırıp, (Müslüman olmayan) kâfirlerin yaşadığı ülke ve toplumlara Darülharb diye bakmak, buraları ele geçirip İslâmlaştırıncaya kadar savaşmayı ve öldürmeyi Allahın emir sayıp buradan “cihadizm” türetmek de olası Kuran tefsirlerinden, İslâmiyetin mantıken ve tarihen mevcut yorumlarından sadece biri. Üstelik âşikâr ki günümüzde bu, İslâm âleminin büyük bölümü ve Müslümanların çok büyük çoğunluğuna yön veren yorum da değil. Aynı şekilde, son 500 yıl ve özellikle son 200 yıl boyunca İslâm âleminin neredeyse tamamının Avrupa-merkezli sömürge imparatorluklarınca ilhak edildiği; 1870-1914 arasının Yeni Emperyalizm’inin bu Müslüman halklara baskı ve zulüm uygularken aynı zamanda Ortaçağdan türeyen ayırımcı önyargılarla horlamayı sürdürdüğü de bir gerçek. Sonuçta, yeryüzünün yoksul halklarının bazı kesimlerinde, evet, mevcut uluslararası iktidar hiyerarşisine karşı büyük bir öfke ve tepki söz konusu. Bu öfke ve tepkiyi besleyen muazzam eşitsizliklerden, ben de kabul edebilirim ki son tahlilde Batı sorumlu. Öte yandan, iş Ortadoğu’ya geldiğinde, gerek İsrail’e vermeye devam ettikleri adaletsiz destek, gerekse Irak ve Suriye’deki yanlış ve haksız müdahaleleri yüzünden, Batı’nın bu sorumluluğu öyle “son tahlilde” filân da değil; çok daha dolayımsız, açık ve çıplak. Buna rağmen, Müslümanlığın ana mecrası ve esas kütlesi Batı dahil insanlığın tamamıyla barış içinde bir arada yaşarken, yalnız küçük (ama maalesef fazla gürültü koparan ve göze batan) bir kısmı cihadizme kapılıp vahşi terör eylemlerine sürükleniyor.     

 

Hepsi doğru. Ama acaba doğrular bunlardan mı ibaret? “Büyük resim” dediğimiz bütünsel gerçeklik, sadece belirtik yanlışlarla değil, eksiklerle de deforme olabilir. Oral Çalışlar’ın yukarıda sözünü ettiğim yazısına döneyim. Yukarıda katıldığımı peşinen belirttiğim önermelerin önemli bir kısmını Oral da sıralamış. (a) Genel bir azgelişmişlik zeminine değiniyor: “Terör ve şiddet,  yoksul ülkelerde kendisine daha kolay bir zemin buluyor. Müslümanların yoğun olarak yaşadığı yerlere bakalım. En şiddetli terör eylemleri, en vahşi terör, yoksulluğun ve çaresizliğin en güçlü olduğu yerlerde boy veriyor. Bu açıdan, Afrika’nın yakın tarihi çok sayıda örnekle dolu. Haritaya yeniden baktığımızda Somali, Sudan, Afganistan gibi şiddetin yaygın olduğu ülkelerde temel sorunun din değil, yoksulluk ve çaresizlik olduğunu görebiliriz. Zaten, Afrika’da büyük katliamların yaşandığı birçok bölgede, Hıristiyanlığın da var olduğunu görebiliyoruz.” (b) Özel olarak Ortadoğu ve IŞİD üzerinde duruyor: “IŞİD nereden çıktı? Irak ve Suriye'de yaşanan felaketlerin sebep olduğu çaresizliğin, dışlanan, horlanan Sünni Müslümanların öfkesinin ve gelecek umudunu yitirmesinin ürünü olarak karşımızda değiller mi? Bu ortamı kim yarattı? Saddam’ı ‘atom bombası hazırladığı’ gerekçesiyle devirip, bütün bir ülkeyi şiddet sarmalına kim boğdu? Amerikan neo-conları. Bunları kim destekledi? ‘Ortadoğu'yu Amerikan işgaliyle kurtarma’ propagandasının arkasında kimler vardı? (…) IŞİD, gücünü dinden değil, çaresizlikten; bölgede yaşanan belirsizlik ve kargaşadan alıyor.”

 

Bu tahlil meselenin tamamını çözüyor mu gerçekten? En azından benim siyahlarla vurguladığım iki noktada, Oral Çalışlar’ın söyledikleri, IŞİD (veya El Kaide veya Taliban veya Boko Haram) terörü “şundan [dinden, İslâmiyetten] değil bundan [yoksulluk ve çaresizlikten vb] oluyor” diye yorumlanmaya elverişli. Doğru mu? Gürbüz Özaltınlı’nın değindiğim iki yazısındaki, benim de hemen 14 Kasım sabahı gündeme getirdiğim ideoloji sorgulamasının (bkz Diyarbakır, Suruç, Ankara, Paris: Bir cehenneme uyanmak) hiç mi payı yok bu işte? İsterseniz sorunu “gerekli ve yeterli koşullar” çerçevesinde düşünelim. Diyelim ki belirli bir yoksulluk, ezilmişlik, vahşet görmüşlük katmanı gereklidir, şiddet ve teröre belirli bir yatkınlığın doğabilmesi için. Ama fiiliyata, pratiğe dönüşmesi açısından yeterli midir? (Ermeni soykırımın bir yerinde, gayrimüslimlerin zenginliğine duyulan sınıfsal haset yatıyor olabilir de, İttihatçı Türkçülüğü ve proto-faşist Sosyal Darwinizmiyle tamamlanmasaydı gerçekleşebilir miydi hiç?) Batı’nın herşeyi dine (İslâmiyete) bağlayan bazı kesimlerine, öyleyse neden bütün Müslümanlar, hattâ çoğu Müslüman terörist kesilmiyor diye sorabiliriz. Ama aynı şekilde, Oral Çalışlar’ın getirdiği genel sosyo-ekonomik yorum karşısında da, öyleyse neden bütün yoksul ve ezilmişler terörist kesilmiyor diye sormamız gerekmez mi? Bir adım ötede, emperyalizm ve sömürgecilik mirasına kızgınlıktan beslenen şiddet akımları, 20. yüzyılın ikinci yarısında daha çok Marksizm (tabii Marksizmin belli bir yorumu) aracılığıyla kendine teorik çerçeve ve meşruiyet ararken, neden çağımızda daha çok İslâmiyetin belirli bir yorumu aracılığıyla kendine teorik çerçeve ve meşruiyet arıyor? Şöyle de diyebiliriz: Sırf yoksulluk ve eşitsizlik, insanları ölüme yürümeye azmettirebilir mi? Çok güçlü bir inanç devreye girmeden ve ikna edici rol oynamadan, şiddet, terör ve hele intihar eylemi olur mu? Geçmişte bu inancı belki Marksizmin Leninist-ötesi varyantları, belki şoven milliyetçilik sağlıyordu (PKK için hâlâ öyle). Cihadizm, her ne kadar İslâmiyetin sadece belli bir yorumuysa da, sonuç olarak böyle bir ideoloji kuvvetle mevcut. Ve ideolojileri, onları yaratan koşullara indirgemek olanaksız. Kendi özerklikleri, çekicilikleri, dinamikleri var. Bugün Taliban, El Kaide, Boko Haram ve IŞİD gibi örgütler açısından ölümüne inanmışlıkla ilgili o yeterli koşulu Selefîliğin, daha spesifik olarak İslâmiyetin İbni Teymiyye (1263-1328) yorumunun güç verdiği bu cihadizm sağlıyor.

 

 

Buradan gelelim, son üç soruya. Oral Çalışlar’ın IŞİD’e hayat veren koşullar hakkında söyledikleri, Markar Esayan’da da yankılanmakta, hattâ daha sert ifadelere kavuşmakta. 16 Kasım yazısının başlığı DAEŞ bir Batı mamulüdür; içinde, sonlara doğru, daha da keskin “DAEŞ bir İslâm değil Batı ürünüdür” cümlesi geçiyor. PKK’nın da başında bir devlet projesi olarak yola çıktığı ve keza zaman zaman savaşın bitmesini istemeyen derin devlet unsurlarınca korunduğunu söyleyip, bu arada solcu-ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğine hiç değinmemek PKK’yı ne kadar açıklayabilir ve inandırıcı olabilirse, eh, bu da IŞİD açısından aynı derecede açıklayıcı ve inandırıcı olabilir.

 

İkinci ve daha önemli problem, çözümde dinin oynayabileceği rolle ilgili. Bana kalırsa Oral Çalışlar, olayın kaynağı bakımından ideolojinin (dinin) negatif rolünü hafifsediği gibi, mücadele yöntemleri açısından da bu sefer ideolojinin (dinin) pozitif rolünü küçümsemeye meylediyor; şu cümleleri başka türlü anlayamıyorum: (a) “İslâm dünyasında da, sorunu dinle ilişkilendiren bir temel yaklaşımdan söz edilebilir. Bu anlayışa göre; Müslümanlara din yanlış öğretildiği için, şiddete zemin doğmaktadır. Eğer dinin temel mantığı doğru anlatılsa ve doğru anlaşılsa, İslamiyetin barışçı karakteri görülecektir” ve (b) İslâm dünyasının hatâlarından biri de, “Meselenin dini doğru öğretmekle çözülebileceği” düşüncesidir.” Mefhumun muhalifinden hareket edersek, bundan çıkan sonuç, hayır, öyle çözülemez ve halledilemez… oluyor.

 

Kendi payıma, herşeyin yoruma bağlı olduğu inanç alanında (bilime özgü) “doğru” sözcüğünü kullanmam tabii. “Tercih edilen” ya da “hoşgörülü, barışçı, demokratik” gibi nitelemeleri tercih ederim. Ama bu bir yana; doğrudan doğruya İslâmî düşüncenin kendi içinden böyle bir itiraz, direniş ve mücadele neden yanlış olsun ki? Evet, bugün Somali’ye imam göndermek hiçbir işe yaramayabilir. Ama bu son derece aşırı bir örnek ve IŞİD’in hedef kitlesi bir bütün olarak düşünüldüğünde, hiç de geçerli değil. Pek çok Müslüman toplumu ve topluluğunda, gerekli koşul olarak yoksulluk ve ezilmişliğin yarattığı öfke birikiminin yeterli bir inanç koşuluyla bütünlenmesini, böyle bir ideolojik mücadele pekâlâ önleyebilir. Bunu gözardı etmek, ancak aşırı bir sosyo-ekonomik indirgemeciliğe götüreceği gibi, sorunu sonsuzluğa havale etmek anlamına da gelir. Çünkü ideoloji önemsizse ve ideolojik mücadele yararsızsa, geriye çare olarak sadece yeryüzündeki çoğu eşitsizlik, yoksulluk ve zulmün bertaraf edilmesi kalıyor. Bu da Somali’yi imamlarla ıslâh etmekten bile zor olsa gerek.

 

Üçüncüsü, İslâmın kendilerince “doğrusu”nu öğretmek ya da Selefî yorumuna karşı çıkmak, Müslüman çoğunluğun kendilerini IŞİD kafasından ayırma ihtiyacı bakımından büyük önem taşıyor. Bu ayırma ve ayrışmaya sırt çevrilemez. Bu, kaynaşma ve sosyalleşme sürecinin kaçınılmaz, vazgeçilmez bir parçası. Charlie Hebdo saldırısı olduğunda, bazı arkadaşlar sinirlenip (mealen) “mecbur muyum, karşı olduğumu ve lânetlediğimi söylemeye?” gibi ifadeler kullanmışlardı.

 

Evet, maalesef mecburuz, mecbursunuz. Kitlesel biçimde ve büyük iddialarla evrensel alana çıkan her önemli düşünce akımı, ilham verdiği uygulamaların habire genişleyen çeşitlilik yelpazesi karşısında, böyle bir şeffaflığa, hesap sorulabilirliğe ve hesap verebilirliğe kendini alıştırmak zorunda.. Bir kere daha Marksizmden örnek vereyim. Herhalde izah etmeye gerek yok ki, Marksizmin özgürleştirici iddiasına karşın, hele 20. yüzyılda korkunç kötü şeyler yapıldı Marksizm adına. Ve her biri için de, kendine sosyalistim diyen herkes, nerede olursa olsun, sorumlu tutuldu, sorumluluk aldı ve kendini bir şekilde hesap vermek zorunda hissetti. Faraza Sovyetler Birliği Macaristan’ı, Çekoslovakya’yı ve Afganistan’ı işgal ettiğinde, kimse bana ne, beni ilgilendirmez, bana ne soruyorsunuz demedi, diyemedi. Dediyse de bunun bir ciddiyeti olmadı. Kimi benimsedi ve cepheden savundu, “emperyalizmin karşı-devrim komplolarına karşı sosyalist sistemi savunmak için gerekli ve haklıdır” diye (bunlar günümüzün Selefî cihadçılarının, IŞİD yanlılarının karşılığı). Kimi ise “hayır, yanlıştır, Marksizmin ‘doğru’ yorumuna da aykırıdır” diye hem kendini ayırmayı, hem kendi anladığı Marksizmi bir şekilde kurtarmaya çalışmayı yeğledi.     

 

Doğrusu yanlışı bir yana, gerekli ve onurlu tutum ikincisiydi; o büyük düşünce akımının meşruiyet teorisi hangisiyse, kendini o ân için, o paradigma içinde kötülük ve yanlışlıktan ayırmakta ısrar etmekti. Bir zamanların Marksizmi ve sosyalizminin yerini alan bir sosyal adalet arayışı olarak İslâmiyet de şimdi aynı sorunla yüzyüze. Böyle her olayda dünya soracak, ne diyorsunuz diye. Müslümanların da soğukkanlılıklarını koruyup şu veya bu şekilde cevap vermesi; en azından, kendi vicdanlarında bu yargılama sürecinden geçmesi gerekecek. Bunda gocunup öfkelenecek bir taraf yok. Bir, hayat böyle. İki, “hangi yorum, hangi İslâmiyet” tartışmasının önemsiz değil, tersine son derece önemli olduğu ve olacağı bu süreç, Selefîlik sorununu belki tek başına halletmeyecek ama, gene de Selefîliği ve cihadizmi giderek tecrit edip alanını daraltan bir ayrışmaya hizmet edecek.

 

 

- Advertisment -