Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Dış” korkusu (1) Kuzey Kore’nin özel halleri

“Dış” korkusu (1) Kuzey Kore’nin özel halleri

Çağımız hakkında çok şey söyleyen iki resim. Üstte, hayatını ülkesinin rehafı ve halkının mutluluğuna adamış bir devrimci lider. Altta, bir Güney Kore müzik grubu. Ne korkunçlar, değil mi? Üzerlerinden melanet akıyor. Burjuvazinin şekere bulanmış kurşunlarını simgeleyen karşı-devrimciler. Bizim temiz medeniyetimize bulaşmaması gereken mikroplar. Emperyalizmin, kapitalizmin ajanları.

[21-22 Temmuz 2021] Argo kullanabilirsiniz. Hattâ küfredebilirsiniz. Ama yerli ve millî olmasına dikkat edin. Sakın bize yabancı, kültürümüze yabancı küfür ve argo olmasın. Zinhar Güney Kore argosu, modası, müziği, blucinleri ve saç kesimi olmasın.

Böyle buyurmuş Kim Jong-un. Haziran başlarında devlet medyasında yayınlanan bir mektubunda, Kuzey Kore gençliğinde gözlenen “nahoş, bireyci, sosyalizm karşıtı” davranışlara karşı Gençlik Birliği’ni harekete geçmeye çağırmış; yabancı konuşma, giyim ve saç kestirme tarzlarını “tehlikeli zehirler” olarak nitelemiş; özellikle (kısaca K-pop olarak bilinen) Güney Kore pop müziği için, Kuzey Kore gençliğini yozlaştıran “habis bir kanser” ifadesini kullanmıştı. 

Şimdi, yani birkaç gün önce, Kore İşçi Partisi Merkez Komitesi’nin resmî organı Rodong Sinmun, üçüncü bin yılın (millennial denilen) gençliğini bütün bu konularda tekrar uyardı. 1960’larda Mao, “kapitalizme geri dönüş tehlikesi”ne karşı bir tür “nihaî çözüm” gibi gördüğü Çin Kültür Devrimi’nin ideolojik zeminini oluştururken, “burjuvazi”nin gerçek kurşunlarının yanısıra bir de “şekere bulanmış” kurşunlarından dem vurmuştu. Bunlar “burjuva kültür ve fikirler”di ki, parti içine sızdıkları takdirde “revizyonizm”de ifade bulurdu. “Revizyonizm”in iktidarı ise “burjuvazi”nin iktidarı demekti.  

Yarım asır sonra Rodong Sinmun da çok benzer şeyler söylemiş, 17-18 Temmuz 2021 itibariyle. “Burjuvazinin renkli tabelası altındaki ideolojik ve kültürel nüfuzu, eli silâhlı düşmanlardan bile daha tehlikelidir” demiş. Millî duygulara seslenmiş. Pyongyang lehçesine dayalı Korecenin üstünlüğünü savunmuş. Gençleri, bu dili doğru kullanmaya ve Güney Kore argosundan etkilenmemeye çağırmış.

Bazı örnekler bize (veya, bize bile) komik gelebilir. Güney Kore argosunda kadınlar kocalarına oppa diye hitap ediyormuş örneğin. Hattâ kocalarından da çok erkek arkadaşları veya sevgililerine böyle diyorlarmış. İngilizcedeki (brother kısaltması) bro veya “kanka” tarzı rahat, samimi, arkadaşça bir hitap tarzı olduğunu anlıyorum. Sözlük anlamı “ağabey”miş. Benim yaşım müsait değil, ama unutulmuş bir gazetecilik dilinde “genellikle iyi haber alan” diye tarif edilen, bence “güvenilir” kaynaklardan soruşturdum; meğer tamı tamına aynı kullanım Türkiye’de söz konusuymuş: ister laik, ister dindar-muhafazakâr mahallelerde, özellikle genç kızlar eşleri veya sevgilileriyle günlük hayatta, heyecanlı sohbetler sırasında “abi” veya “abicim” diye konuşuyormuş. Faraza “abi, sen kafayı mı yedin yaa… abicim, sen  manyak mısın… abi bırak ya, kasma bu kadar” filan diye cereyan ediyormuş tartışmalar, gençler ve genç çiftler arasında. Usta, hafız, hacı, hoca gibi başka hitaplarla başlamış; sonunda abi ve abicim büyük yaygınlık kazanmış.

Bir, esas konum değil ama, çok hoşuma gittiğini söylemeliyim, kadın-erkek ilişkilerindeki bu hem görece eşitlikçi, hem her an bir “aşk ideolojisi”nin biçimsel icaplarını yerine getirmeye kalkışmayan dostça teklifsizliğin. İki, bunun evrensel ve evrenselleştirici bir trend olmasından büsbütün keyif alıyorum. Üç, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkanların ve çıkılmasını savunanların, bu diğer — ve spontane, tamamen aşağıdan yukarı — demokratizasyon mecrası karşısında hiçbir şey yapamayacak olması, beni özellikle gülümsemeye sevkediyor.

Yapılamaz, yapamazlar, çünkü hem Türkiye’de mutlak yasakçı bir totalitarizm uygulanamaz (zemini, kültürü, kurumları ve enstrümanları mevcut değil), hem de bizdeki bu abi/abicim muhabbeti yüzde yüz yerli ve millî — yani hiçbir şekilde “dışarı”ya yıkılamaz. Kuzey Kore’de ise bu mümkün, çünkü ülke ikiye bölünmüş ve kapitalist, müreffeh, demokratik bir Güney’in varlığı Kuzey Kore’ye elverişli (daha doğrusu, kendilerinin elverişli sandığı) bir günah keçisi, bir hedef tahtası sunuyor. Çok kolay geliyor, herşeyi dış düşmanlara izafe edip bundan kendine özgü bir beka dâvâsı çıkarsamak. Ya da, her türlü yeni baskı önlemini “yabancı etkilerin kökünü kazıma”yla meşrulaştırmak. — Herşey bir yana; pratikte mümkün mü bu? Başarılabilir mi? Sanmıyorum, ama denemekten geri kalmayacakları açık. Nitekim liderin mesajları ve Rodong Sinmun’daki makalelerle birlikte, “gerici düşünce”lere karşı yeni ve çok kapsamlı bir yasa da devreye girmiş Kuzey Kore’de. (1) ABD, Japonya ve Güney Kore medyasından (meselâ gazete ve dergilerinden, bültenlerinden, televizyon dizilerinden, videolarından vb) çok fazla sayıda bulundurmanın cezası doğrudan idam. (2) Sırf seyretmenin bedeli ise ceza kamplarında 15 yıla kadar çıkıyor. (3) Dahası, öyle bir kollektif sorumluluk ve karşılıklı gözetleme mekanizması dayatılıyor ki, faraza bir işçi yakalansa fabrikanın direktörü de, veya reşit olmayan bir çocuk yakalansa annesi babası da cezalandırılabiliyor.

Düşünebiliyor musunuz, en ufak bir dolaysız siyasî içeriği olmaksızın, sırf bir pembe dizi videosu seyrettiniz, ya da Güney Kore pop-rock gruplarının şarkılarını dinlediniz diye, 10-15 yılınızı kahredici koşullarıyla bir zorunlu çalışma kampında geçirmeyi? Veya bir arkadaşınızın Çin’den kaçak getirdiği bu tür beş on kaset evinizde bulundu diye kurşuna dizilmeyi? Bunların kâğıt üzerinde kaldığını sanmayın; son derece gerçek bunlar. Kaçıp kurtulanların tanıklıklarından öğreniyoruz. Aşağıdaki resimde, solda Kim Geum-hyok diye bir genç adam, sağda Yoon Mi-so diye bir genç kadın; bugün ikisi de Güney’de yaşıyor. Yoon Mi-so 11 yaşındaymış, bir Güney Kore televizyon dizisinden tek bir kasetle yakalanan bir adamın idamını seyrettiğinde. Bütün mahallesi seyretmek zorundaymış infazı; seyretmemek, başlı başına ihanet demekmiş. Adamın gözlerini bağlamışlar. “Gözyaşlarını hâlâ görebiliyorum… Gözbağı sırılsıklam olmuştu. Bir kazığa bağladılar ve sonra kurşuna dizdiler.” Kim Geum-hyok 2009’da henüz 16 yaşındaymış, yasadışı video paylaşımlarında bulunanları izlemek için kurulmuş özel bir birim tarafından yakalandığında. Babasının Çin’den kaçak getirdiği Güney Kore pop müziği videolarından birkaçını bir arkadaşına vermişmiş. Yaşının küçük olmasına aldırmaksızın, gizli bir odada sorguya çekmişler; dört gün boyunca uyutmamışlar, tekme tokat dövmüşler kıyasıya. “Dünyam sona erdi sandım. Bu videoyu nereden bulduğumu ve kaç kişiye seyrettirdiğimi soruyorlardı. Babamın Çin’den getirdiğini söyleyemezdim tabii. Ne diyebilirdim? Babamdı söz konusu olan. Hiçbir şey söylemedim. Sadece ‘Bilmiyorum. Bilmiyorum. Lütfen beni bırakın’ dedim.” Geum-hyok’un ailesi Pyongyang’ın seçkinlerinden olduğundan, babası sonuçta sorguculara rüşvet vererek kurtarmayı başarmış oğlunu. Gene aynı ayrıcalıklı zümre aidiyeti nedeniyle Çin’de, Beycing’de (Pekin) okumaya gitmiş. İnternetle ilk defa orada, üniversitede karşılaşmış. Dünya ve Batı hakkında öğrendikleriyle altüst olmuş. Başta, meselâ Wikipedia’ya toptan yalan demiş. Ama bir daha durduramamış düşüncelerini. Seul’a iltica etmiş. 

Bu öykü, hem rejimin bu tür izolasyonist baskı ve yasaklara neden başvurduğunu, hem de olanca tehlikeye rağmen insanların neden hâlâ “suç işlemeye” (!) devam ettiğini açıklıyor. Diktatörlük, hele ekonomik koşullar sürekli ağırlaşırken, dışarıda ne olup bittiğine, nasıl bir dünya ve ne gibi hayatlar olduğuna dair bilgilerin Kuzey Kore halkına ulaşmasını önlemeye eskisinden de büyük önem veriyor. Kim Jong-un’un yakın geçmişte bizzat itiraf ettiği tarımsal kriz, ülkeyi bir kez daha kıtlığın pençesine yuvarladı. Şu anda bile milyonlarca insan aç. Özellikle bu koşullarda, Seul’ün müreffeh ortamında geçen pembe dizilerin seyredilmesi çok tehlikeli, çünkü hem resmî propagandaya, hem Kuzey Kore gerçekliğine alternatif bir gerçeklik sunuyor.

Buna karşılık hiçbir şey, milyonlarca insanın dayanılmaz merakını, dış dünyada ne olup bittiğini öğrenme arzusunu yok edemiyor. Herkes şansını deniyor bir şekilde; devletin yaratıcılığına karşı kendi bireysel yaratıcılığını kullanıyor; olmadık yöntemler icat edip kullanıyor. Bir kere ilginçtir, bütün bu “yabancı filmler,” kendisi de komünist bir tek parti diktatörlüğü ve polis devleti olan, ama Kuzey Kore’ye özel bir çatlaklık hali diye bakan Çin üzerinden giriyor ülkeye. Sonrasında, öyle orijinal kasetlerinde, disketlerinde vb tutulmuyor; USB çubuklarına kopyalanarak çoğaltılıyor ve bazı emniyet tedbirleri alınıyor. Mutlaka şifreleniyor ve üç kere, ya da bazen tek bir kere yanlış şifre girilirse bile içeriğini kendi kendine silip ulaşılmaz kılıyor. Bazı USB’ler ise ancak belirli bir bilgisayarda bir tek kere seyredilebilecek şekilde formatlanıyor, yani başka bir kişiye verilemiyor, başka bir cihaza takılamıyor; “yayma” fiili bu şekilde baştan önlenmiş oluyor. Dahası, komşu aileler dayanışma içine giriyor. Örneğin elektrik kesintilerine karşı, otomobil akülerini birleştirip bir jeneratöre bağlayarak televizyonlarını çalıştırıyor ve Güney Kore dizilerini garajlarında seyrediyorlar. Örneğin aşağıdaki resim, yirmi yıl kadar öncenin Stairway to Heaven (Cennete Çıkan Merdiven) başlıklı Güney Kore filminden alınma. Yoon Mi-so, bu filmi nasıl tutkuyla izlediğini unutmuyor. Bir kere daha: hiçbir siyasî içeriği yok. Genç bir kız önce üvey annesiyle, sonra kanserle mücadele edip kazanıyor, aşkına kavuşuyor. Ama bu kadarıyla da öyle bir hayat seçeneği sunuyor ki, 2000 dolaylarında Kuzey Kore’de büyük bir popülarite kazanıyor.

Derken aynı yıllarda rejim biraz uyanıyor gibi oluyor duruma. 2002’de bir üniversiteye yapılan baskında 20,000’den fazla CD bulunuyor. Ki bu, tek bir üniversite; ülke çapında, nerede neler var acaba? İşte bu andan itibaren cezalar hızla ağırlaşmaya başlıyor. O sırada, yabancı bir filmi seyretmenin çalışma kampı cezası bir yıl. İki saat seyretmenin bedeli hemen üç yıla ve üstüne çıkıyor. Bugün Kuzey Kore’nin bütün çalışma kamplarındaki gençlerin muhtemelen yarından fazlası, yabancı medyayı izlemekten hükümlü.

Ve üzerine, şimdi bu yeni yasa geliyor. Artık tavan 15 yıl. Ve sınırda, shoot-to-kill (vur ve öldür) emirleri uygulanıyor.

Haydi diyelim ki Kuzey Kore’nin çok özel bir patolojik anatomisi var. Gene de geriye, “dış” korkusunun genelini; geçmişte ve bugün rastladığımız, halen de etrafımızı saran diğer örneklerini açıklamak kalıyor.

(*) Bu yazıdaki bilgiler, BBC’nin web sitesinde yayınlanan şu iki makaleden derlenmiştir: Why Kim Jong-un is waging war on slang, jeans and foreign films (7 Haziran 2021) ve North Korea warns young people against using slang from the South (18 Temmuz 2021).

- Advertisment -