Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Dış” korkusu (14) Osmanlı’da eşcinsellik yokmuş (Batı’dan mı gelmiş acaba?)

“Dış” korkusu (14) Osmanlı’da eşcinsellik yokmuş (Batı’dan mı gelmiş acaba?)

Yukarıdaki resim bir Osmanlı bahnâmesinden (minyatürlü erotik elyazmasından). Alt tarafını RTÜK’e uygun kamu ahlâkı normlarına ters düşmesin diye ben kestim. Konforlu bir iç mekânın kapısı önünde davul zurna çalınıyor. Aşağıda, kırptığım kısımda, aktif roldeki genç bir oğlan ile pasif roldeki yetişkin, herhalde orta yaşlı, sakallı, muhtemelen ev sahibi konumundaki hali vakti yerinde bir efendi arasında eşcinsel bir seks sahnesi yer alıyor. Aynı literatürde şöyle sözlere de rastlamak mümkün: “Gümüşüm ve altınım yok ki o güzel oğlanları avlamak için harcayaydım. Şimdi onlar parası bol olanlara av olmaktadırlar” veya “Bu oğlanlara canını versen bile onu bir pula saymazlar. Bunlar parasızla pazarlık yapmazlar.”

[23 Ağustos 2021] Yani hem yapıyor, hem de yazıyor, gösteriyor, anlatıyor, hattâ yapamadıklarından şikâyet ediyorlar. Çünkü kültürleri böyle; alenî ve meşru kabul ediyorlar.

Günümüzde yaygınlaşan Osmanlı tahayyüllerine taban tabana zıt bir gerçeklik. Kaybolmuş bir Osmanlı tarihi, kâh tabuların kâh idealizasyonların ardında. Tâ 17. yüzyıl “duraklama”sından beri, hem her şeyin çok iyi gittiği bir Klasik Çağ kurumlaşması var, hem de bunun giderek “bozulma”sı. II. Mehmed’den Kanunî ve sonrasına tıkır tıkır işleyen bir toprak düzeni giderek çürüyor; timar yerini iltizam ve malikâneye, merkezî devlet gücü yerini eşraf ve âyânın yükselişine bırakıyor. Güya feodalizm yokken, (yerel hanedanların şahsında) bir tür yarı-feodalleşme vücut buluyor.

20. yüzyıl Türk tarihçiliğinde en çok Ömer Lütfi Barkan’a izafe edebileceğimiz bu “bozulma” paradigmasının kapsamı, son yirmi yılda çok genişledi. Uzun süre, askerî sınıf ile reaya (köylüler) arasındaki üretim ilişkilerini ve bunların üzerinde yükselen temel siyasî-askerî yapıyı konu alıyordu. Şimdi ise hayatın her alanına uygulanıyor. Eski askerî-bürokratik vesayetin yıkılması, eğitim ve kültür alanına biraz da böyle yansıyor. Radikal Kemalizmin Osmanlı’ya nihilist yaklaşımının yerini, “bizim tarihimiz” diye şimdi tam zıddı alıyor. Dindar-muhafazakâr mahallenin tamamı değil kuşkusuz, ama yeni bazı İslâmcılık varyantları, tümüyle reddettikleri “Batı medeniyeti”nin karşısına mükemmel bir “Osmanlı medeniyeti”ni çıkarıyor. İslâmın kusursuz bir uygulamasıymış, bu Osmanlı devleti ve toplumu. Yitik cennetmiş. Dikensiz gül bahçesiymiş. İçki yokmuş; padişahlar da içki içmezmiş ve gerek divan, gerekse halk şiirinde o kadar sözü edilen kadehler, sakiler vb şarapla değil çeşitli şerbetlerle ilgiliymiş aslında.[1] Fahişelik de yokmuş, zina da yokmuş, tabii eşcinsellik de yokmuş bu arada. Gene divan şiirinde sürekli sözü edilen mahbûblar, örneğin, zinhar erkek sevgililer, oğlanlar, genç delikanlılar değil de kadınlarmış (fakat kimse açıklayamıyor, erkeklerle kadınların hangi kamusal alanda görüşüp anlaştığını, ya da hangi mekânlarda, faraza hangi işret meclislerinde bir araya geldiğini). İki temel inanç var, akide var, her türlü ampirik argüman ve sorgulamanın ötesinde: (a) Nasıl olabilirmiş, Müslüman olduklarına göre? (b) Hep Batı ile, modernitenin yıkıcı, çürütücü, yozlaştırıcı etkisiyle çıkagelmiş bu fenalıklar. Sonuç, 17. yüzyıl ortalarının Koçi Bey Risalesi’nden (zihniyetinden) farksız: nostaljik, retrospektif bir restorasyonizm. Kendi kimliğimize, medeniyetimize ve imparatorluğumuza dönersek, herşey hallolacak.

Son günlerde bu kervana, 19 Ağustos akşamı Habertürk’te söyledikleriyle Doğu Perinçek diye bir zat da katıldı. Birkaç kere banttan seyrettim, nereden nereye gelmiş, vah vah diye hayli inanmaz, inanamaz hallerde. Kızma, gülme ve acıma duygularım arasında, üç nokta takıldı kafama: (i) Batı medeniyetinin çöküyor olmasının “yırtık pantalon” teorisi; (ii) Atatürk’ün asla Batıcı olmadığının gene bir başka “yırtık pantalon” teorisi; (iii) genel olarak doğuda ve özel olarak Osmanlı’da eşcinselliğin olmadığı. Hepsinde çok büyük mizahî malzeme var kuşkusuz. Ama şimdilik sadece sonuncusu üzerinde duracak, daha doğrusu sonuncuya basit bir giriş yapacağım.

(1) Bu üç temanın, üç ana fikrin birlikte, yumak halinde dile getirilmesi, yukarıda sözünü ettiğim İslâmcı bazı arayışlar gibi Perinçek’in de, bir yanda Batı kötülemesi ile diğer yanda Osmanlı yüceltmesini birleştiren bir konuma oturduğunu doğruluyor. (Bu nevzuhur gelenekçilik bağlamında, yakın zamanda İstanbul Sözleşmesi’ni “aile yapımıza aykırı” ilân edip, “anti-emperyalizm” adına feshinin yanında yer aldığını da unutmayalım.)

(2) Doğu Perinçek çalışmış, incelemiş, araştırmış… ve Osmanlı’da eşcinsellik olmadığı sonucuna varmış. Nasıl çalışmış, hangi birincil kaynaklar üzerinden çalışmış, çok merak ettim doğrusu. Hemen işaret edeyim ki, “falanca Pratik bizde yoktur” diye bir birincil kaynak olamaz. Böyle bir tekzip ancak ikincil literatürden gelebilir. Yukarıda değindiğim ahlâkçı, İslâmcı, Osmanlıyı sanitize etmeye yönelik ikincil literatürden “hayır, yoktu, tabii yoktu” diyen birkaç kitap okuduysa, o sayılmaz kuşkusuz. Kendi homofobisinin mükerreren teyidi demektir (davulcunun şahidi zurnacı). Biricik ciddî inceleme ve araştırma tarzı ise çağın, dönemin, Osmanlı yüzyıllarının ister yazılı, ister görsel birinci kaynaklarına bakmakla mümkün olabilir. Oturur okursunuz onlarcasını; aradığınız sosyo-kültürel ve/ya cinsel pratiğe hiç rastlanmıyorsa, eh, galiba yok dersiniz (gene de tam emin olamayabilirsiniz, çünkü toplumun okuryazar olmayan kesimleri de vardır kuşkusuz). Ama varsa, yani incelediğiniz olay orada burada çıkarsa karşınıza, birkaç tane bile olsa artık yok diyemezsiniz. Dağ taş bununla kaplıysa, yok demeye kalktığınızda sadece kendinizi, nasıl desem, çok ama çok zor durumda bırakabilirsiniz.

(3) Osmanlı’da eşcinsellik var mı, yok mu; nerelere bakılır bu soruya cevap bulmak için? Öncelikle sanat ve edebiyattır tabii, toplumun aynası. Divan şiirinin kuşkusuz çok soyut, çok stilize mazmunlarına bakılabilir, demin sözünü ettiğim perspektifte. Daha önemlisi, “halk hikâyeleri” denen janra bakılır, her şey çok daha somut anlatıldığı için. Ve sonunda asıl bahnâmelere bakılır — bugünün ölçüleriyle pornografi sayılması gereken, ama Osmanlı’da bu ayırım mevcut olmadığı için müstehcen değil sadece erotik diyebileceğimiz literatüre. Perinçek bakmış mı bu örneklere? Hangilerine bakmış? Birincil kaynakları nelermiş? Bakmış da mı görememiş? Lütfen söylesin; cevabını çok merak ediyorum gerçekten. Ya söylesin, ya da tekrar ekrana çıkıp bu kadar salladığında, bu kadar büyük büyük lâflar ettiğinde, bu kadar yukarıdan attığında, birileri hazırlıklı olsun da aynı soruyu sorsun ve kaçmasına, kıvırtmasına imkân vermeyip bir iki dakika ısrar etsin, rica ediyorum. 

*          *          *

Tatilde, İstanbul dışındayım ve kitaplığım elimin altında değil. Döndüğümde, Eylül ortasında bu konuya da döneceğim ve uzun uzadıya yazmak niyetindeyim, sayısız anekdot ve alıntılarla, (a) bırakın Osmanlı’da eşcinsellik olmamasını, tam tersine, klasik Osmanlı erotik literatürünün  nasıl ve neden öncelikle bir eşcinsellik literatürü olduğunu — yani bugünün tersine, kadın-erkek ilişkileri etrafında örülmediğini, heteroseksüel bir erotizmin çok hafif, çok azınlıkta kaldığını. Bunu da (b) Osmanlı’nın “sapık”lığına değil (böyle ahlâkî hükümlere yer vermiyorum, yer veremem tarihçiliğimde), kamusal alanın bölünmüşlüğüne, kent kadınlarının eve kapatılmışlığına ve ister evlilik-içi, ister evlilik-dışı kadın-erkek ilişkilerinin kurulmasının çok zor olmasına bağlayacağım.

Bu da yepyeni bir fikir değil kuşkusuz. Benden önce çok söyleyen var, üstelik Osmanlı ricalinde, yani birincil kaynaklar, son derece yerli ve millî kaynaklar arasında. Bilmem, Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) ikna edici olur mu? Devlet adamı (on iki defa nâzır, yani bakan). Hukukçu (kadı, kazasker, Mecelle yazarı). Dilci (Kavâid-i Osmaniyye). Müslüman (Kısas-ı Enbiya). Tarihçi (Tarih-i Cevdet, on iki cilt) ve devletin resmî tarihçisi (Tezakir-i Cevdet, 1855-1865). Sizce de yeterli güvenilirlik taşıyor mu, içinden çıktığı toplumun gerçekliğini yansıtmak açısından?

İşte bu Ahmet Cevdet Paşa’nın bir de Ma’ruzat’ı var, II. Abdülhamit’e Tanzimat’tan 1876’ya kadarki gelişmeleri özetleyip yorumlamak için yazdığı. Daha başlarında, 19. yüzyılın toplumsal değişimleri hakkında şu paragraf yer alıyor (Ahmet Cevdet Paşa, Ma’ruzat (yay. haz. Yusuf Halaçoğlu, İstanbul 1980), s. 9):

“Zen-dostlar çoğalup mahbûblar azaldı. Kavm-i Lût sanki yere batdı. İstanbul’da öteden berü delikanlılar için ma’ruf-u mu’tâd olan aşk u alâka, hâl-i tabî’si üzre kızlara müntakil oldu. Sultan Ahmed-i Sâlis zamânından berü mu’tâd olan Kâğıdhâne seyri  ziyade rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bâyezîd meydanında arabalarla işâretlerle mu’âşaka usûlü hayli meydân aldı. Küberâ içinde gulâmpârelikle meşhur Kâmil ve Âli Paşalar ile anlara mensûb olanlar kalmadı. Halbuki Âli Paşa da ecânibin i’tirâzâtından ihtirâz ile gulâmpâreliğini ihfâya çalışurdu.”

Güzel sınav sorusu olur. Basit bir metin incelemesi. “Kendi sözcüklerinizle, beş on temel noktada özetleyin.” Bari kendim cevaplayayım:

(1) Tanzimat öncesinde İstanbul’da erkek eşcinselliği hayli yaygınmış. “Öteden beri” daha çok delikanlılar “aşk ve ilgi” konusuymuş. Ahmet Cevdet Paşa’ya, Tevrat’ta Tanrının gökten ateş ve kükürt yağdırarak imha ettiği Sodom ve Gomorra kentlerine atıfla “Kavm-i Lût”tan söz ettirecek kadar yaygın bir davranış biçimi ve kültürü söz konusuymuş. 

(2) “Kibar zümre” (yani yönetici elit) içinde, örneğin Kâmil ve Âli Paşalar ile çevreleri, “gulâmpârelikle” (günümüz argosunda kulanparalıkla, yani oğlancılıkla) meşhurmuş.

(3) Oysa Batı kültüründe durum bu değilmiş. Tersine, eşcinsellik kınanıyor, küçümseniyormuş.

(4) Nereden anlıyoruz? Örneğin Âli Paşa, yabancıların (sefaretlerin, yabancı diplomatların) ayıplamasından, onların gözünde küçük düşmekten çekindiğinden, oğlancılığını gizlemeye çalışıyormuş.

(5) Fakat 19. yüzyılda önemli değişimler yaşanmış. Erkek sevgililer azalmış, kadınlara düşkünlük çoğalmış. “Aşk ve ilgi” delikanlılardan kızlara yönelmiş. Bu da işin “doğal hali” imiş.

(6) Kavm-i Lût, yani bütüün o alenî eşcinseller, ortadan silinmiş, görünmez olmuş.

(7) Çünkü Kağıthane ve Beyazıt Meydanı gibi kamusal alanlara kadınların da çıkması, dolayısıyla buralarda kadın ve erkeklerin bulup, görüşüp işaretleşerek ilişki kurması mümkün olmuş.

Ben söylemiyorum; Ahmet Cevdet Paşa söylüyor, II. Abdülhamid’e anlatıyor. (i) Yani şimdi eşcinsellik yok muymuş Osmanlı’da? (ii) Doğu Perinçek çalışmış, incelemiş de hiç mi izine rastlayamamış bu fenomenin? (ii) Ahmet Cevdet Paşa’dan da habersizse, başka nelerden habersiz olabilir? (iv) Yerli ve millî “medeniyetimiz” bu açıdan “ahlâklı” da Batı mıymış gene bu açıdan “ahlâksız” olan (her ne kadar bir tarihçi olarak bu homofobik ahlâk/ahlâksızlık terim ve kavramlarını paylaşmasam da)?

Kütüphaneme kavuşup konuya döneceğimi söylediğim Eylül ortasına iki haftadan fazla var. Şimdilik buyurun, benimle değil Ahmet Cevdet’le tartışın.


[1] Bunu ciddi ciddi savunmaya kalkan bazı tarihçiler olduğu gibi, otosansür izdüşümleri bir kısım televizyon kanallarında garip çevirilere de yansıyor. Örneğin bazı yabancı dizilerde wine sözcüğünü duyuyorsunuz ayan beyan, ama bir bakıyorsunuz Türkçe altyazılarda “üzüm suyu” oluvermiş. Lüks lokantada romantik bir yemek yiyecek olan çift, garsona bir şişe “üzüm suyu” sipariş ediyor. Bir başka örnekte pork deniyor, yani domuz eti; altyazıda filet mignon (fileminyon) diye geçiyor, yani dana etine dönüşüveriyor, Allah sizi inandırsın. Sağolsun RTÜK ahlâkı. Sadece Osmanlıyı haramdan, günahtan tenzih etmekle kalkmıyor. Batı toplumlarını da kendi kendilerinden kurtarmaya kalkıyor.

- Advertisment -