[1 Ağustos 2021] Modernite gibi Milliyetçiliğin de tanımını basit tutacağım. Millet kategorisi ve olgusunu esas alıp, başka her şeyi bunun etrafında örüyor. Milletlerden ve milletlerin birbiriyle mücadelesinden oluşan bir insanlık tasavvur ediyor. Bu çerçevede milliyetçilik, kendi milletini ve (âşikâr kabul ettiği, ama aslında hiç öyle olmayan) “millî çıkar”larını her şeyin üstünde tutmayı öğütlüyor.
Buraya nasıl geliyor? Düşünsel arkaplanında ne var? Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganının, bu birleşik ve bütünleşik haliyle, her bir bileşenine eşit ağırlık verilerek sürdürülemez olmasının (ya da öyle kabul edilmesinin) bir türevi. Özgürlük boyutunu Liberalizm öne çıkarıyor. Eşitlik boyutunu (artık sırf siyasî-hukukî eşitlik, kanun önünde eşitlik değil, sosyo-ekonomik eşitlik anlamında) Sosyalizm öne çıkarıyor. Kardeşlik boyutunu Nasyonalizm (Milliyetçilik) öne çıkarıyor. Yalnız bir noktadan sonra adına kardeşlik değil birlik diyor. Liberalizm bireye odaklanıyor. Sosyalizm sınıflara (ve işçi sınıfına) odaklanıyor. Milliyetçilik millete odaklanıyor. İster bireye ve bireyin çıkarlarına, ister sosyal sınıflara ve sınıfsal çıkarlara, milleti bölebileceği için hem teorik, hem pratik planda karşı çıkıyor. Zıddında, millî birlik ve beraberliği yüceltiyor. Böyle yekpare, yüzde yüz homojen bir birlik olabileceğini; bunun hem mümkün hem arzu edilir olduğunu hayal ediyor.
Milliyetçilik, bu “ülkesiyle ve milletiyle birlik ve beraberlik” fikrini, “tasada ve kıvançta ortaklık” diye dile getirilen bir “millî kimlik”le temellendirmeye çalışıyor. Uluslararası planda çatışma ve mücadele içinde olan milletlere, ezelî ve ebedî, değişmez ve değişmemesi gereken millî kimlikler atfediyor. Bu, hayli sert bir kimlik anlayışı. Biz buyuz. Tarihin derinliklerinde, hep bu (iyi ve üstün) kimliğimizle varolduk. Bugün de bu kimliğimize tutunuyoruz. (a) Geçmişten bugüne millî kimlik. (b) Bugünden geleceğe millî çıkar. Millet bu iki köşetaşına tutunuyor, bu iki parametre arasında varoluyor. Derece derece hedefler güdüyor: kurtulmak, bağımsız olmak, ulus-devlet olmak, devamında büyümek, yayılmak, düşmanlarını altetmek, genişleyen bir alanda üstünlük sağlamak. Ne kadarını başarabileceğini, nereye kadar gidip gidemeyeceğini, genel konjonktür, yakın çevre ve kendi gücü belirliyor.
Dolayısıyla yurtseverlik başka, milliyetçilik başka. İnsan vatanını sevebilir. Vatanını sevmesi illâ düşmanların varlığı ile elele gitmeyebilir. Milliyetçilik öyle değil. Düşmanlara muhtaç. Milliyetçiliğin olmazsa olmazı. Zira “bizim” kimliğimiz “onlarla” mukayese ve mücadele içinde belirleniyor. Bu düşmanlar kollektif özneler. Kişiler değil milletler bazında tanımlanıyor. Homojen oldukları varsayılıyor. Kötüyse, hepsi kötü. The only good redskin is a dead redskin (tek iyi kızılderili ölü kızılderilidir). All Chinese look alike (bütün Çinliler birbirine benzer). Bu ve benzeri kalıpyargılar (stereotipler). Tabii zaman ve mekân içinde düşmanlar değişebiliyor. Faraza İngiliz milliyetçiliği için 19. yüzyıl sonlarına kadar Fransızlar düşmanken, 20. yüzyıl başlarında bu konuma Almanlar yerleşiyor. Geçmişte Türk milliyetçiliği için, bazen Çinliler, bazen (kâh Moskof, kâh Komünist kılığıyla) Ruslar, bazen Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler, Araplar, Kürtler “ezelî ve ebedî düşmanlarımız” mertebesine yükseldi. Son zamanlarda hepsinin üstüne genel ve soyut bir Batı (veya oldukça flu bir Dış) kavramı oturmuşa benziyor.
Bu düşmanlar meselesi o kadar önemli ki, (1) gerek mantık, gerek zaman sırasıyla düşmanlarımız kahramanlarımızdan önce geliyor ve (2) kahramanlarımızın işlevi, varlık nedeni bizi düşmanlarımızdan kurtarmak oluyor. Bu açıdan, birer “dış korkusu” olarak bütün milliyetçiliklerde, çoktanrıcı inanç sistemlerini kuvvetle andıran bir taraf var. Yapıları, kurguları birbirine benziyor. Örneğin Eski Yunan mitolojisinde, Olimpos tanrı ve tanrıçalar başından beri mevcut değil. Tek bir ilâhî yaradan yok; yani meselâ evreni, dünyayı, doğayı, bütün canlı varlıkları, birinci ve en güçlü tanrı konumundaki Zeus’un dahi işi değil. O bile hazır bulmuş, zira her nasılsa hep var bu âlem. Dahası, (zamanla küme düşecek) başka bazı ilâh ve ilâhelerin, çeşitli doğaüstü mahlûkların elinde. Bütün değişimler, bütün geçişler kan ve şiddet dolu. Örneğin Titanlar var (Yunanca Titanes), sonra Devler (Yunanca Gigantes). Derken Olimpos tanrı ve tanrıçaları çıkageliyor. Titanların başı Kronos’un oğlu olan Zeus, on yıl savaşıyor Titanlarla, Tesalya dağlarında (nedense Eski Yunan’da bütün büyük savaşlar on yıl sürüyor; daha doğrusu, bir savaşa büyük diyebilmek için galiba on yıllık olması gerekiyor). Bu muazzam Titanomakhia’dan Zeus zaferle çıkıyor. Kronos’un yerine başa geçiyor. Devrik Titanlar yeryüzünden yeraltına sürülüyor. Yetmiyor; bir de Devlere karşı Gigantomakhia savaşının verilip onların da altedilmesi gerekiyor. Mağlup Devler yanardağların altına gömülüyor; volkanik patlama ve depremler bu yüzden meydana geliyor. Yüzyıllar geçiyor; aynı dram bu sefer Hıristiyanlık inancı ve bünyesinde yaşanıyor (bkz Milton, Paradise Lost). Başmelek Şeytan, Tanrı’yı kıskanıp ayaklanıyor. Yeniliyor ve düşüyor. Ama düşmanlığı kalıyor ve büsbütün acılaşıyor. Sırf intikam uğruna, insanları yoldan çıkarmaya devam ediyor.
Yani yenilmiş de olsalar bir şekilde “bizi” tehdit etmeyi sürdürüyorlar. Tanrılar veya Tek Tanrı, insanlık, medeniyet, kanun ve nizam… bu kaynayan kazanı, bütün bu vahşi, yabanî güçleri zorla zaptetmekle mümkün. Göz açtırmamak lâzım, hiçbirine. Gene Yunan mitolojisinde, kuzey Tesalya’da Lapithler denen efsanevî bir halk ile yarı-at, yarı-insan Kentaurlar yanyana yaşıyor. Lapithlerde bir düğün olacak. Komşuları Kentaurları da dâvet ediyorlar. İçki Kentaurları fena vuruyor. Hayvansal yanları insanî yanlarının önüne geçiyor. Kendilerini kaybedip, gelinden başlayarak bütün kadın ve çocuklara tecavüz etmeye kalkıyorlar. Kentauromakhia başlıyor (Lapithler ile Kentaurların Savaşı). Bir kahraman lâzım. Theseus yetişiyor. Onun yardımıyla, Lapithler Kentaurları altetmeyi başarıyor. Yukarıda, İS 150 dolaylarına ait bir Roma lâhdinde, bu mücadeleyi gösteren mermer rölyefler. Onun altında, İtalyan Rönesans ressamı Piero di Cosimo’nun (1462-1522) aynı konulu tablosu. İşte böyle; “dış” dünya hep tehlikelerle dolu. Oradan iyi bir şey gelmesi imkânsız. Shoot first and then ask questions (önce vur, sonra sor). Homo sapiens topluluklarının derece derece bütün “öteki”lere — kâh diğer klan ve kabilelere, kâh barbarlara, kâh kâfirlere, kâh ilkel kavimlere karşı ilk reaksiyonunu simgeliyor.
Bu yazı dizisinin başlarında da anlatmaya çalıştığım gibi, kaçınılmaz bir kader değil bu tepki. Bir bakıma, çok basit, çok ilkel bir refleks. Binlerce yıldır alternatiflerini öğrenmeye ve daha iyi insanlar olmaya çalışıyoruz. Bu süreçte geldiğimiz noktada, bazılarımızın doğal sandığı, hiç sorgulamadığı, başka türlüsünü düşünemediği milliyetçiliği de masaya yatırmamız şart. Yunan mitolojisi gibi milliyetçiliklerin de kozmogonisinde, kötüler ve iyiler tasavvurunda, önce bir şeytanlar âlemi, bir demonology var, sonra bir tanrılar ve kahramanlar âlemi, bir panteon. 19. ve 20. yüzyıllarda bu ikisi, milletin ulus-devlete yürüyüşü etrafında ayrışıyor ve zıtlaşıyor. Ulus-devlet milletin ideali. Öyle deniyor. Ona ideali gibi gösteriliyor, ideal varlık şekli olarak kabul ediliyor. Özetle, bir millete bir devlet anlamına geliyor. Madalyonun bir yüzünde, her milletin bir devleti olmalı. Bu, o kadar meşum gözükmeyebilir. Madalyonun diğer yüzünde, her devlet bir millete yaslanmalı. Bu ise çok daha meşum. Çünkü milletin kendine seçtiği hayat alanında ötekilerin, başka milletlerin (veya millet olabilecek etnik-dinî kimlik gruplarının) mümkünse hiç olmaması, ya da küçük azınlıklardan ibaret kalması, ezilmesi, baskı ve tahakküm altında tutulmasını beraberinde getiriyor.
Uzantısında, “dış”a ilişkin tavrın da yeniden tanımlanmasını içeriyor.