[8 Ağustos 2021] Bir yandan, bu medyaya şükran borçlu olmalıyım. Kısmen Kuzey Kore’den, kısmen Türkiye’deki bazı gelişmelerden yola çıkarak, kronik ve endemik bir “dış” korkusunun geçmiş kaynaklarını kurcalamaya çalışıyorum. Bir tür iktidar niye ikide bir bütün kötülüklerden başka ülkeleri, “biz”den başka herkesi, uluslararası alanı, emperyalizmi, üst akıl denilen belirsiz bir mefhumu sorumlu tutar? Tüm dünyanın neden “bize” sürekli düşman olması gerekir? Kimin, hangi ihtiyacına cevap verir? Bu söylem hangi yarım-doğrulardan, tarihî tecrübelerden, abartılmış da olsa ne tür mağduriyetlerden beslenir? Dolayısıyla nasıl karşılık vermek gerekir? Makul ve dengeli bir eleştiri çizgisi hangi noktaların altını çizebilir?
Bir sonraki adımım ne olacak derken, basın imdadıma yetişip öyle bir örnek sunuyor ki, milliyetçilik bir parça ehlileştirilmeyip alabildiğine serbest bırakıldığı, doludizgin kışkırtıldığı takdirde ne olabileceği; hem otoritarizmi hem bu genelleştirilmiş “dış” karşıtlığını nasıl beslediği, bir anda gözler önüne seriliyor. Fakat madalyonun diğer yüzü de var: bezginlik ve bıkkınlık tehlikesi. Of yani, bunu da mı anlatmak, hatırlatmak zorundayız? Bazı şeyler o kadar âşikâr ki, insan yazmaya üşeniyor artık. Malûmu ilâm kategorisine giriyor.
Tepede gördüğünüz, Turkuvaz medya grubuna mensup Yeni Asır gazetesinin dün, yani 6 Ağustos Cuma günkü manşeti. Yanyana sekiz kamusal kişiliğin, popüler kültür alanıyla sınırlı kanaat önderinin, yeni moda deyimiyle influencer’ın fotoğrafı (hemen ekleyeyim ki istisnasız hepsinin ismini ilk defa duyuyorum). Her birinin altında hem kişisel hakaretler (haddini aşan, demode, gözü dönen, aşk hayatıyla gündemden düşmeyen), hem de ağır siyasî suçlamalar: Her fırsatta Türkiye’yi karalıyor… dış güçleri yardıma çağırdı… İngilizce mesajla yabancıları müdahaleye çağırdı… Yani işte tam o “dış” korkusu, tepeden tırnağa. Fakat neymiş yani; ne yapmışlar da hedef tahtasına oturtulmuşlar? Okuyunca anlıyorsunuz ki (a) hükümetin orman yangınları karşısındaki tutumu ve mücadelesini yetersiz bulmuşlar; (b) HelpTurkey postuna da katılmış, imza vermişler. Sırf bu yüzden, manşetten topluca soruluyor kendilerine: “Siz hangi ülkenin sanatçılarısınız?” Bu tehditkâr dışlayıcılığın gerekçesi de sürmanşette veriliyor: “Türkiye’nin çıkarını düşünmeyenler.”
Küçük bir sorun var tabii: Türkiye’nin çıkarı nedir? Bunu kim biliyor ve belirliyor? Bir ülkenin, bir toplumun çıkarını sadece ve sadece iktidar mı tanımlar? Yani hükümetin dediğiyle ve dolayısıyla hükümetin kendisiyle özdeş midir millî çıkar? Herhangi bir konuda, derhal ve kestirmeden iktidarın tavrını mı benimsememiz gerekir, millî çıkar budur diye? En azından prensip düzeyinde, demokratik bir ülkede yaşıyoruz (veya öyle zannediyoruz diyelim). Demokrasinin normali, herkesin her konuda farklı görüş ve yorumlarının olabilmesidir. Buna millî çıkar da dahildir, orman yangınlarının niçin ve neden çıkmış olabileceği de dahildir, sabotaj olup olmadığı da dahildir, devletin yeterli araçlarla, yeterli bir mücadele verip vermediği de dahildir.
Yani herhangi bir kişi, pekâlâ şunları savunabilir örneğin (ben savunuyorum nitekim): (i) Yangınların terör ve sabotaj yüzünden çıktığı, Yunanistan ve PKK tarafından çıkarıldığı iddiaları tamamen uydurmadır, en ufak bir kanıttan yoksundur, tuhaf bir telâşın ifadesidir. (ii) Çok kötü sonuçlar vermiş, yer yer bir kamusal isteri hali ve “özel fedailik” (vigilantism) psikozu yaratmıştır. (iii) Devlet ise gerçekten hazırlıksız yakalanmış, yeterli uçak ve helikopteri olmadığı (bunların zamanında bakımı yapılmadığı) için özellikle havadan söndürme (veya yayılmayı önleme) çalışmasında başarısız olmuştur. (iv) Nitekim yangınlar yayılırken sağdan soldan ek uçak alındığının (alınmak zorunda kalındığının) söylenmesi dahi, başlı başına bu yetersizlik ve hazırlıksızlığın itirafıdır. (v) Bu koşullarda, ülke dışında Türkiye’ye yardım ve destek kampanyalarının başlatılması kötü değil iyi bir şeydir, normal insanlık dayanışmasının gereğidir. Nitekim Türkiye başka ülkelere yardım gönderdiğinde onları aşağılamış mı oluyor? (vii) Dolayısıyla bunu Türkiye’ye karşı bir komplo gibi göstermek abesle iştigaldir. (viii) Mandacılıkla, hattâ iktidarı zayıflatıp olası bir darbeye ortam hazırlamakla suçlamak ise tam anlamıyla öküzün altında buzağı aramaktır; en hafif deyimiyle, “yağmur yağabileceğinden söz ettin, demek bana ördek demek istedin” fıkrasıyla aynı zorlama mertebesindedir. En önemlisi, (ix) millî çıkar sizin tekelinizde değildir; millî çıkarı ben sizden fazla düşünüyorum; Türkiye’ye asıl iyilik sizin duruşunuz değil benim duruşumdur; bu toplumun iyiliği, saydığım hatâların örtbas edilmesini değil açıkça eleştirilebilmesini gerektirir.
Yeni Asır’ın birinci sayfadan, manşetten, sekiz sütun üzerinden saldırdığı genç influencer’lar bu argümanların hepsini veya çoğunu kurabilir mi, bilemem. Ama şahsen kuramasalar da ne farkeder; bu cevaplar demokrasi teorisinde mündemiçtir ve biraz düşünen herkes tarafından verilebilir. Kuşkusuz demokrasinin en iyi (veya en az kötü) siyasî rejim olmasının bir nedeni tam da budur; bu çoğulculuğu, bu farklılık hakkını, bu eleştiri özgürlüğünü içermesidir. Farklılık veya karşıtlık yanlış da olabilir, ama önemli olan serbestçe dile getirilebilmesidir.
Ancak gene tam bu noktada, önümüzdeki örnekte apaçık gördüğümüz gibi, milliyetçilik ile demokrasi arasındaki çok temel bir çelişki düğümleniyor. Orman yangınları hakkında (veya başka herhangi bir konuda) hükümetten farklı düşünmek, neden Türkiye’nin çıkarını düşünmemek olsun? Bunun açıklaması demokrasi paradigması içinde değil, ancak milliyetçilik paradigması içinde bulunabilir. Milliyetçiliğin bir hafta önce değindiğim birlik iddiası (“Dış” korkusu (7) Milliyetçilik üzerine notlar, 1 Ağustos 2021), milletin ister bireysel ister sınıfsal çıkarlar etrafında bölünmesinden hoşlanmaması, bunun yerine olabildiğince yekpare bir millî birlik peşinde koşması, çoğulcu demokrasi fikri ve pratiğine baştan terstir, temelde terstir. Burada şöyle bir paradoks da söz konusu: Millî/milliyetçi mücadele(ler) sonucu ulaşılan ulus-devlet, kâh önceki hanedan devletini yıkarak kâh önceki imparatorluktan bağımsızlık kazanarak, bir yönüyle demokratik siyasetin önünü açar, yeni sahnesini kurar. Ama diğer yönüyle, milliyetçilik hiç hoşlanmaz, o sahnede gerçek bir çoğulculuğun, kendi kontrolünde olmayan bir çoğulculuğun, ideolojik hegemonyasının dışına çıkan bir çoğulculuğun serpilip gelişmesinden. Alternatif istemez, sorgulanmak istemez son tahlilde. Gocunur, milleti temsil iddiasındaki bir büyük baba figürüne kayıtsız şartsız itaat edilmezse. Milleti kendine sadakat borçlu tasavvur eder ve habire bu borcu hatırlatarak hep sivil toplumu ergenlik çağında tutmaya, rüştünü ispat etmesini önlemeye çalışır.
Onun için milliyetçiliğin demokrasi ile evliliği hiçbir zaman yumuşak, rahat, ferah, en baştan gönül rızasıyla oluşmuş bir evlilik değildir. Bir Hitler çıkar, bir Nazizm çıkar, bu evliliği tanımaz; Weimar Cumhuriyetini berhava eder. Alternatifi, yani söz konusu evliliğin yaşaması, milliyetçiliğin şu veya bu ölçüde ehlileştirilmesini, nisbeten zararsızlaştırılmasını, potansiyel yıkıcılığının törpülenmesini, medenîleştirilmesini (evet, medenîleştirilmesini), demokratik çoğulculuğa kısmen de olsa razı edilmesini gerektirir. Ama görece gelişmiş demokrasilerde bile bu ehlîleşme ve medenîleşmenin ne kadar içselleştirildiği, ne kadar kalıcı olduğu her zaman şüphelidir, ABD’de Trump ve Trumpçılık, İngiltere’de Brexit, Fransa’da Marine Le Pen, Almanya’da AfD vakalarını yaşadık ve yaşıyoruz. Sonra Rusya’da Putin var, Macaristan’da Orban, Polonya’da Hukuk ve Adalet, Brezilya’da Bolsonaro örnekleriyle birlikte, ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı yeni sağ akımların genel yükselişi. (Türkiye’de demokrasi açısından aynı yıkıcı potansiyeli, ehlîleştirilmemiş bir “aslına dönüş” potansiyelini, fırsatı yakaladığında hukuk devletini asla kabullenmeme inadı ve direncini, kuşkusuz Devlet Bahçeli temsil ediyor.)
Yukarıda sözünü ettiğim, milliyetçiliğin önce milleti kurtarması, sonra milleti kendine ebediyyen borçlu farzedip çoğulculaşmasına, demokratik olgunlaşmasına ket vurmaya kalkışması… böyle ifade ettiğimizde, tabii öncelikle Türkiye’nin Kemalist dönemini, Tek Parti dönemini, sonrasındaki Atatürkçü vesayet rejimini hatırlatıyor. Daha doğrusu hatırlatabilir. Hatırlatabilecekti.
Şu Yeni Asır manşeti, bunun İkinci Yeni (veya İkinci Eski?!) versiyonunu gözümüze sokmasaydı.