Doğaya en uygun, ona en saygılı eylem sessizce yürümektir herhalde. Bakmaya doyamadığımız bir manzaranın içindeyken koşmak, telaşa kapılmak, bağırmak ya da sessizliği bozmak doğal olmayan bir eylem gibi gelir. Ve her türlü doğal olmayan eylem doğayla aramıza koyduğumuz perdeler gibidir; manzaranın içine girmemizi engelleyen, ancak onun karşısında olabilecek kadar yakınlaşmamıza izin veren bir kesinti halidir.
Bu kesinti yaşanmadığı takdirde çok geçmeden tabiatın her yanından bizi kucaklayan bir konuşuyormuş hissi belirir. Manzaranın içinde yalnızca görüntü değil duyulmayan bir ses de gizlidir sanki ve kuş sesleri bu duyulmayan sesin habercisidir. Bize bir şeyleri işaret ediyor gibidir kuşlar, takip etmemiz halinde saklı olan bir şeyleri bulacakmışız ya da duyacakmışız gibi bir yerlere çağırıyordur sanki ve bütünüyle kendimizi bu çağrıya bıraktığımızda artık tabiatın karşısında değil içindeyizdir. Zihnimiz rahatlamış, düşüncelerimiz durulmuş, karşı olduğumuz ne varsa buharlaşmaya başlamış, dinginleşmiş ve sefaletlerimizden bir süreliğine kurtulmuşuzdur. Bir bütünün parçası olma duygusunun en sağlıklı haline kavuşmuşuzdur.
Nurettin Topçu bir yerde, madem her fırsatta tabiata koşacaktık neden ondan bu kadar uzaklaştık, der. Gerçekten de madem her türlü sefaletimizden kurtuluş için gidebileceğimiz tek yer oydu neden bu kadar uzağına düştük? Nasıl oldu da onunla yan yana ve iç içe yaşarken bir anda ona taban tabana zıt şehirler kurabildik? Bu elbette eski bir sorudur ve bu soruya insanlık tarihinden pek çok cevap bulup çıkarmak mümkündür. Fakat bu cevaplar arasında belki de en güçlüsü hiç şüphesiz Thoreau’ya aittir. Başka bir deyişle, doğayla onun kadar bütünleşmiş olan insan herhalde çok azdır. En bilinen ve baş eseri olarak kabul edilen Walden bu bütünleşme tecrübesinin kitabıdır. Walden aynı zamanda –Concord ve Marrimack Irmakları Üzerine Bir Hafta’yı saymazsak- yaşarken yayınladığı yegâne kitaptı. Thoreau hiç de alışık olunmayan bir şekilde Harvard Üniversitesi mezunu bir münzeviydi.
Sonradan günlükleri, dergilere yolladığı yazılar ve çoğunlukla kendisi için yazdığı sözler ve şiirler yayınlandı. Farklı yayınevleri derlemeler yaptı, sayısız farklı dilde farklı başlıklarda yeni kitapları çıkar oldu. İnsanlar adeta bütün yazdıklarının devamını istediler ve Thoreau bunu yapamıyorsa kendileri bu işi üstlendiler. Türkçe’deki durum da çok farklı değil. Aynı eseri farklı başlıklarda bulmak, hacimli bir tek kitapta toplanan yazıları ayrı ayrı üç beş kitap halinde okumak ve hatta denebilir ki Thoreau’nun bile bilmediği başlıklarda kitaplarıyla karşılaşmak mümkün. Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler (Everest) de bu kitaplardan, yani sonradan yapılmış bir derleme. Onun en çok sevdiği iki şeyi, doğayı ve yürüyüşü birleştiren bir kitap ve diğerlerinde olduğu gibi doğanın içinde bir yerlerde okunması için yazılmış gibi.
Onun kitapları, modern şehirlerin kapalı odalarında okununca anlaşılmayan bir yan saklıyor sanki ve Thoreau’nun ruhu inciniyor hissi veriyor. Bill McKibben de kitaba yazdığı Önsöz’de Walden’dan hareketle şöyle diyor: “Bu kitabın tümünü anlamak umutsuz bir çabadır. Üslubu en çok Kitab-ı Mukaddes’i andırır; fikirler paragraf başına dört-beş epigrama sığdırılmış gibidir. Bu büyülü yoğunluğuyla o, psikolojik, manevi, edebi, politik, kültürel sayısız farklı okumaya izin verir.” (s.13). Bu kitapları şayet doğanın içinde ve belirli bir bütünleşme tecrübesi yaşamadan okursak, hayatla ve doğayla olan karşıtlık ilişkimiz hiç olmadığı kadar belirginleşiyor ve şu soruları sormak kaçınılmaz oluyor: Thoreau’nun anlattıklarına bu kadar uzakken nasıl oluyor da anladığımızı sanıyoruz? Tabiata asla geri dönmeyeceğimizi bilmemize rağmen neden bu kadar kendimizi kandıran hayaller kuruyoruz? Nasıl oluyor da açgözlülüğümüz ve acımasızlığımızdan hiç vazgeçmeyerek iyi bir hayata sahip olabileceğimizi düşünebiliyoruz?
McKibben Thoreau’nun yaptığı ve yapmaya çalıştığı şeyin ‘gönüllü sadelik’ olduğunu söyler ve bu belki de bütün bu soruların cevabını gizler: gönüllü sadelik. Bu, zorunlu yoksunluk, çaresiz yoksulluk ya da mecbur bırakıldığımız mahrumiyetlerin hepsinden farklıdır çünkü gönüllük esaslıdır. Her türlü yoksulluk ve yoksunluk ona oldukça yakındır ama hâlâ aynı şey demek değildir. O, ötekilerin aksine, iradi ve güçlendirici bir eylem biçimidir. Maddi olmayan yoksunlukları maddi yollarla tatmin etme uğraşından vazgeçme bilincidir.
Gönüllü sadelik, tıpkı yürümek gibi, basit, sade ama iradi ve güçlendirici bir yaşam biçimidir. Vazgeçebilmeyi, istemeyebilmeyi, paylaşabilmeyi ve fazlalıklardan arınmayı içerir. Şöyle de diyebiliriz ki insan ancak gönüllü olması halinde sadeleşebilir ve ağırlıklarından kurtulabilir. Doğaya ulaşmanın yegâne yolu bu şekilde ulaşacağımız bir sadelik ve yürüyüştür. Yürüyüş, insanın en sade ve en gönüllü eylemidir. Doğa, ona bu şekilde geldiğimizde fazlasıyla zor elde edilen şeyler sunar. McKibben’in dediği gibi, “Doğanın bize sunduğu şey, ölçek ve bağlamdır; kim olduğumuzu, ne kadar büyük olduğumuzu ve ne istediğimizi çıkarsama yollarıdır bunlar. Bize sessizliği, yalnızlığı, karanlığı, yani en nadide metayı sağlar Doğa; devrin mucizesi saydığımız sonu gelmez elektronik serap ve yanılsamaların yerine gerçekliği sağlar.” (s.25).
Thoreau’yu büyük kılan işte bu, sadeliğin içindeki harikuladeliğe giden yolu tarif etmiş olmasıdır. Gönüllü olmadıkça sadeleşmenin ve sadeleşme olmadıkça kurtuluşun mümkün olmayacağını haber vermiş olmasıdır ya da. Hayatın en büyük tesellisi umuttur ve ancak sadeliğe ulaşmış ruhlar güçlü umutlar ve hayaller besleyebilir. Neşeli bir hayat hayale giden umuttan beslenir. Ancak bütün ağırlıklarından kurtulmuş insanlar hayallerinin peşinden sonuna kadar gidebilir. Thoreau da bunu söyler: “Sonunda, deneyimlerimle şunu öğrendim ki, eğer bir kimse hayalleriyle aynı yönde güven içinde ilerler ve düşlediği hayatı yaşamak için gayret gösterirse, sıradan saatlerde hiç ummamış olduğu bir başarıyı yakalayacaktır.” (s.30).
Gönüllü sadelik, elde etmek, sahip olmak ve depolamaktan uzaklaşmak için hazır hale gelmektir. Süslü olan, gösterişli olan, çekici olan ne varsa reddedip ancak bir yürüyüşçünün taşıyabileceği kadarıyla yetinen bir hayatı isteyebilmektir. Karşılığında ise gerçek bağımsızlığı ve serbestliği kazanabileceğine olan güçlü bir umutla ancak hayallerin peşinden aynı yönde güven içinde gidilebilir. Ve bu parayla ilişkisiz bir iştir. Gönüllü sadelik, satın alınamayanı istemektir. Tıpkı yürümek gibi her adımda ve her geçilen mesafede hafiflemektir. Büyük bir lütuftur: “Bizim mesleğimizin sermayesi olan vazgeçilmez aylaklığı, bağımsızlığı ve serbestliği hiçbir servet satın alamaz. Tanrı vergisidir o. Yürüyüşçü olmak, doğrudan doğruya bir lütuftur Arş-ı Âlâ’dan.” (s.35).
Gönüllü sadeliğin olmazsa olmaz bir diğer gerekliliği gelecek endişesinden kurtulmaktır. Bunun içinse basitçe endişe etmemek yeterlidir. Gelecek endişesi duyulmadığında endişeye neden olacak tehlikenin yok olacağını söyler. O daha çok yağmurun düşerken çıkardığı sesle ve güneşin aldığı görünümlerle ilgilenmektedir: “Sanki güneş her gün Batı’ya doğru göç ediyor ve bizi de kendini takip etmeye çağırıyor.” (s.48).
Onun için gökyüzü ne kadar berraksa ancak o kadar temiz bir kalbe sahip olabiliriz. Gönüllü sadelik en canlı halimizdir ve onun için doğanın genişliğine ihtiyacımız vardır. Onun kararlı üretimine ve gereksiz olanla ilgilenmeyişine. Vahşiliğine ve yabanıllığına: “Yaşam yabanıllıkla uyum gösterir. En yabanıl olan, en canlı olandır. İnsana henüz boyun eğmemiş olan o, varlığıyla insanı tazeler.” (s.56). Gönüllü sadelik, içimizdeki dünyamızla dış dünyamız arasındaki engelleri kaldıran bir güce sahiptir ve bu bizi yeniden doğanın parçası haline getiren şeydir: “İnanıyorum ki göklerimiz nispetinde zengin bir hayal gücümüz ve berrak, taze, yüce düşüncelerimiz; ovalarımız nispetinde kapsayıcı ve geniş bir anlayışımız; gökgürültüsü, şimşek, nehirler, dağlar ve ormanlarımız nispetinde muazzam bir aklımız; iç denizlerimiz nispetinde engin, derin ve görkemli bir yüreğimiz olacaktır.” (s.52).
Gönüllü sadelik, aynı zamanda özgür bir yaşam vaadidir. Onun bilimsel bilgiye ve evrenin sırlarını bilmeye pek ihtiyacı yoktur. Ne de hayat reçetelerine ya da başarının kurallarına. İnsanın kendini akışa bırakması, doğanın döngüsüne uygun yaşamasıdır esas olan: “Maddenin yasalarını kendi yararımız için araştırabiliriz oysa yaşamın başarılı olanı yasa tanımaz. Bizi bağladığını önceden bilmediğimiz bir yasanın bağlayıcılığını bilmek, şüphesiz ki talihsiz bir keşiftir. Özgür yaşa, ey sislerin çocuğu -çünkü bilgi söz konusu olduğunda, hepimiz sislerin çocuğuyuz!” (s.69). Buradan hareketle onun reçetesi tam olarak şudur: “Yaşamın özgürlüğüne tutunan kimse, yasa-koyucuyla olan ilişkisi sayesinde tüm yasaların üzerindedir.” (s.70).
Doğa yaşamın ta kendisi olmakla kalmaz insanın yaşamının ta kendisine ait olmasını da sağlar. İyi bir eğitici ve yol göstericidir. Yeterli dinginliğe ulaşan herkes yaşamı kendine ait, daha adil ve daha yaşanabilir kılabilir. Doğa tam bir okul gibidir. İdeolojileri olmayan, fazlasıyla medeni ve fazlasıyla vahşi: “Doğa iyi eğitimli, tarafsız bir öğretmendir, kaba fikirler saçmaz ya da kimseyi pohpohlamaz; ne köktencidir, ne muhafazakâr. Düşünün, ay ışığı nasıl da medeni, nasıl da vahşidir!” (s.128).
Burada durup onun Buzların Çözülmesi şiirinden bir dizeyle bitirmenin tam zamanı:
Yeryüzünün gözyaşlarını kurular nazik güneş,
Kuruladıkça, sevinç gözyaşları akar da akar.