Adalet ve Kalkınma Partisi’nin on küsur yıllık icraatının en mühim yanı, reformculuğu ve Kürtlerin asimilasyonu ile inkâr politikalarına son vermesiydi. Kürt sorununun “çözümü” için son on yıla değin geçen sürede Özal ve Erbakan tarafından gösterilen gayretler, vesayetçi bürokratik sistemin engeline takılmıştı. Her ikisi de bu girişimlerinin bedelini ağır ödedi. Erdoğan ve AKP söz konusu deneyimlerden dersler çıkararak ilerledi ve oy desteğiyle bu alandaki reformları başlattı. Ancak PKK ile müzakerelerde anlamlı bir noktaya gelindiğini düşündüren “Dolmabahçe Mutabakatı”ndan hemen sonra, taraflar bir kere daha anlaşamadı. Bazı Serbestiyet yazarları bu anlaşmazlığı çözümlemeye çalışıyor. Ben de bu anlaşmazlığa, Dolmabahçe deklarasyonu maddelerinin satır aralarına, PKK’nın ve HDP’nin sonraki açıklamalarını da ekleyerek bakmaya çalışacağım. Yani deklarasyondan önceki döneme eğilmek istiyorum.
Kanımca masanın “yıkılmasındaki” en büyük faktör hükümetin Kürt siyasetine güven vermemesi ve Türk tarafının Kürtlere yanlı bakışıydı. Tanımı gereği eşitsizliğe dayalı bir müzakere sürecinde mağdur tarafın temsilcilerinin güvensizlik duyması normal kabul edilmeli. Egemen olanın yanlı olması da öyle. Tüm iyi yönde çabalarına karşın hükümetin Kürt sorununa bakışında güven telkin etmeyen bir üsttencilik kendini gösteriyordu; dahası bu bakış eksik ve yetersizdi. İkinci faktör ise Kürt siyasetinin aceleciliğiydi. Şimdi meseleye biraz daha yaklaşalım.
1. Hükümetin Kürtlerle “kardeşlik” söylemi, ilk elde olumlu intiba uyandırmasına rağmen, pek çok yazarın da belirttiği gibi, TC’nin “büyük kardeş/ağabey” olduğu bir kardeşliği, yani eşitsiz bakışı içeriyordu. Bunu ezilen kesimlerin hissetmemesi imkânsızdır. Test etmek için AKP’liler laik hegemonya karşısındaki konumlarına baksınlar, yeter.
2. AKP “çözüm süreci”nde Kürtlerin ne istediğine önem vermedi; Türk devletinin ne istediğini öne çıkardı. Kamuoyunda sesleri fazla duyulmayan Kürtlerin hissiyatına ve isteklerine kulaklarını kapadı. (Aynı tutumu seküler kesimlerin “yaşam tarzı”na karışıldığı için duydukları huzursuzluk karşısında ve Gezi’nin ilk günlerinde de gördük.) Çözüm politikaları bir üste-konumlanmayı, devlet gücüne dayalı üstünlük iddiasını ve adeta “size verdiklerimiz yetmiyor mu?” gibi bir üstten tutumu da içeriyordu. Bu tutumlar en azından manevi olarak artık Türklerle “eşit” olduklarını ve kimliklerine “saygı” duyulduğunu hissetmek isteyen Kürt sosyo-psikolojisini anlamamak, önem vermemek demekti. Oysa bölgedeki insanların ilk dikkat ettiği husus buydu, Kürt sorununun manevi boyutu, bölgede üç şeritli yol inşa etmekten önce geliyordu. AKP bu sosyal psikolojiyi anlamamaya veya anlamazlıktan gelmeye devam etti. “Bölgeye hizmet götürürsek Kürtleri kazanabiliriz” kısa ve dar görüşünü yıllarca sürdürdü.
3. Saygı ve eşitliğin yanı sıra Kürt siyasetinin istediği hususlardan biri de yüzyıla yakın Kürt halkına acıdan ve yoksulluktan başka bir şey vermeyen TC yönetimine karşı “kendi kendilerini yönetmeyi” deneyimlemekti; en azından bu hayali bir nebze olsun gerçekleştirebilmekti. Bu talepleri “üniter” olduğu sık sık vurgulanan TC devleti sınırları içinde, genişletilmiş özerklik sistemi ile yerine getirilebilirdi. HDP bu talebe uygun bir özyönetim modelini geliştirdi ve kamuoyuna açıkladı. Kanımca Dolmabahçe oturumunun üzerinde anlaşılmayan en önemli maddesi özyönetimdi. Dolayısıyla sonrasında çıkan savaşın da iki temel nedeninden biri bu olacaktı.
4. AKP’nin yaptığı gibi Kürt halkı ve silahı birbirinden ayırmaya çalışmak, yine batıdan bakışın bir ürünüydü. Yöreyi, kültürel, sosyolojik ve tarihi özellikleri tanımamaktı. Bunca yıl devletten sadece zulüm gören insanlar, Alaattin’in lambasından çıkar gibi adil, eşitlikçi, güleryüzlü bir devletin birdenbire ortaya çıkmayacağını biliyorlardı. Kürt halkının temkinli yaklaşımını ve deneyime dayalı güvensizliğinin boyutlarını, AKP kaale almamayı sürdürdü. Devlet çözüm masasında PKK’nın silahsızlanması karşılığında eşit vatandaşlık reformunu yapacağı sözünü verdi. Özyönetim konusunda da fazla istekli olmadığını gösterdi. Kürtlerin temsilcileri ise devlete inanmadıkları için önce reform, sonra silahsızlanma dediler.
5. Bu noktada AKP içinde de farklı görüşler ortaya çıktı. AKP’nin Gülen cemaatinden başka, ayrı ve farklı bir siyasi yapı olduğunu düşünmek safdillik olur. Bu parti tüm cemaatlerin üzerinde mutabakat sağladığı bir koalisyon. Bunların içinde kim güçlüyse — ki Cemaat onlardan biri — onun daha çok siyasete ağırlığını koymak isteyeceği çok açık. Gülen cemaatini terör örgütü ilan eden ve bu yönde icraate başlayan tutum, AKP içinde böyle düşünmeyenleri ikna edemedi.
Aslında Gülen cemaati ile çözüm sürecinin negatif iç bağlantıları vardı. Cemaatin önderleri çözüm sürecine birden çok nedenle karşıydı. Bu nedenler, yapı içinde ezelden beri var olan ve ırkçılığa varan bir Türkçülüğü de içeriyor. Aynı zamanda, PKK’nın söylemi ve siyasetlerinin sosyalizm tınısını taşımasına tepki olarak bir “komünizm düşmanlığı” boyutu da taşıyor. Cemaatin aktörlerinin ABD çizgisi doğrultusunda Türkiye’nin Ortadoğu’da ayrı bir aktör olmasını istememesiyle devam ediyor. Önde gelen Cemaatçilerin iktidar paylaşımı, ya da iktidarda söz sahibi olmak, hattâ iktidarı ele geçirmek için son beş yılda masaya yumruğunu vurduğunu anlıyoruz. Nereden mi? Son beş yılda olan bitenlerden ve kulislerdeki fısıltı gazetesinden: Cemaatin “Erdoğan’dan 150 milletvekili istediği” ve “reddedilince” parti içinde savaşın başladığı; “Hoca Efendi Erdoğan’ın ipini çekti” beyanlarından.
Yani çözüm sürecini düşündüğümüzde, Gülen Cemaati faktörünü ve bunun AKP içindeki etkilerini de göz önüne almalıyız. Bunları göz önüne almayan bir analiz eksik kalacaktır.
6. Öncelikler sorunu: Hükümetin istediği gibi “silah bırakma ve PKK militanlarının ülke dışına çekilmesi” mi önce gelecekti, yoksa Kürt siyasetinin genişletilmiş özyönetim modelinin ve eşit vatandaşlık talebinin hükümetçe yasal güvenceye kavuşturulması mı? Hükümet “önce silah bırakın” derken PKK’nın “hangi yasal güvenceyle” sorusunu sormasını ve buna göre açıklamalar yapmasını anlayabiliyorum. Ancak PKK’nın doğası gereği “acilciliği” de masanın yıkılmasında etkin oldu. Çözüm sürecinin hükümetteki aktörlerinin bir yandan parti içinde çözüm süreci karşıtlarıyla mücadelesi sürerken, öte yandan “üniter devlet”i vazgeçilmez gören milliyetçi halk kesimlerini yeni özyönetim modeline ikna etmek gibi bir görevi de vardı. Bu, aceleye getirilecek bir konu değildi.
Bana öyle geliyor ki, PKK’nın acilen özyönetim talebi etrafındaki anlaşmazlığın üzerine ikinci büyük çelişki oturdu: Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlere Türk hükümetinin bakışı. Bu bakışın da, savaş öncesindeki dönemde dahi belirgin bir değişim geçirdiğini hatırlayalım.
Dolmabahçe Mutabakatına değin süreç bütün bu gerilimleri ihtiva ediyordu. Aslında tam mutabakat deneme;, o güne değin müzakere edilen hususlarda, çözülenler dışında kalan Kürt taleplerinin kâğıda dökümüydü. Yani müzakerelerdeki ikinci ve sonuca götürecek aşamaya gelinmişti. Bu aşama Kürt siyaseti açısından varlık yokluk meselesiydi ve bu deklarasyonun kendisi dahi, Türkiye kamuoyuna ne istediklerinin açık seçik ifade etmek için önemli bir adımdı. Sorunların çözümü, bilindiği gibi, önce sorunun derli toplu ifade edilmesiyle, bu olgunun sorun olduğunun tespiti ve haliyle kamuoyunun bu talepleri sorun olarak algılamasıyla başlar. Çözüm süreci inkâr ve ret politikalarını ortadan kaldırmış; sıra, Kürtlerin kendi kendini yönetmesi ve eşit vatandaşlık talepleri için gerekli yasal güvencelerin hükümet tarafından verilmesine gelmişti.
Peki, bu mutabakattan sonra teknik olarak ne oldu da iki taraf da savaş pozisyonuna geri döndü? Bu soruyu yanıtlamak bugün için mümkün görünmüyor, çünkü yeterli bilgi ve veri yok. Bu, geleceğin araştırma konusu. Ama bugün gelinen noktada masanın tekrar kurulması için neler yapılabilir sorusuna yanıt aramaya çalışacağım.