1986’dan beri boynu bükük ayrılıyorum dünya kupalarından. Rusya’da da payıma yine hayal kırıklığı düştü.
Hayal kırıklığının büyüğü Arjantin idi. Jorge Sampaoli takımın başına geldiğinde ona büyük umutlar bağlamıştım. Sampaoli, Şili’nin ve Sevilla’nın başında iyi iş çıkarmıştı. Ondan Arjantin’in makûs talihini değiştirmesini bekliyordum. Ancak beklentim kâğıt üstünde kaldı.
Sampaoli, takıma bir türlü bir karakter kazandıramadı. Şili’de oyuncu kompozisyonuna uygun olan ve kendisini başarıya taşıyan 3-3-3-1 taktiğini Arjantin’e de uygulamaya çalıştı. Ancak Tangocuların hamuru farklıydı. Eldeki malzemeden onun istediği yemeğin çıkmasına imkân yoktu. Ama Sampaoli, kendisini uçuruma götürdüğünü görmesine rağmen, yolundan geri dönmedi. Sürekli farklı isimlerle aynı taktiği uygulamayı denedi. Arjantin’in başında kaç maça çıktıysa o kadar farklı 11 sahaya sürdü.
Aslında işin giderek sarpa sardığı Güney Amerika elemelerinde belliydi. Arjantin, Rusya vizesini zor belâ aldı. Kupa öncesi hazırlık maçında İspanya’ya 6-1 yenilerek duman oldu. Kupaya da kötü başladı, İzlanda karşısında şans eseri yenilmekten sıyırdı. Ancak Sampaoli’nin şans meleği tatile çıkınca, Modriç liderliğindeki Hırvatistan kelimenin tam mânâsıyla Arjantin’i ezdi. Nijerya karşında alınan galibiyet sadece rahat bir nefes almaya yetti. Akabinde Fransa, Arjantin’in ipini çekiverdi.
Messi’yi mutlu etme takımı
Sampaoli’yi yakan, oldukça yetenekli ayaklardan bir takım çıkaramamasıydı. Tek tek bakıldığında çok büyük değer taşıyan isimleri bir araya getiremedi. Dünyanın en iyi hücum ve orta saha oyuncuları Arjantin pasaportu taşıyordu. Messi, Agüero, Higuan, Dybala, Di Maria, Pavon, Icardi, Lo Celso, Lanzini, Banega… Maharet, bu yıldızları bir makinanın dişlileri gibi uyumla oynatacak bir düzeni kurgulamaktı. Sampaoli bunu beceremedi.
Sanırım bunun en büyük nedeni Messi idi. Eğer Messi gibi bir stara sahipseniz, oyunu ona göre kurabilirsiniz; kimse size bir şey diyemez. Ama bütün bir takımı Messi’ye kurban edemezsiniz, etmemelisiniz. Meselâ Brezilya’da da Neymar vardı. Ve Neymar’ın egosunun Messi’den aşağı kalır bir yanı yoktu. Fakat Tite o egoyu dizginlemeyi başardı, Brezilya’nın her şeyini Neymar’a bağlamadı. Coutinho ve Jesus gibi yıldızlara da önemli roller verip Neymar’ın yükünü hafifletti. Neymar da sahadaki oyunculardan biriydi ve Brezilya için oynuyordu.
Arjantin’de ise Sampaoli denklemi tersten kurdu; Messi için oynayan ve Messi’yi mutlu etmeye kurgulanmış bir Arjantin oluşturdu. Oyun planlaması Messi’ye göreydi. Sahada ayağına top gelen her oyuncu Messi’yi arıyordu. Eğer Messi bir şey yapabilirse ne âlâ! Yok, yapamazsa — ki çoğunlukla yapamadı — Tangocular da avucunu yalıyordu. Kadro yapılanmasında da Messi’nin ağırlığı vardı. Öyle ki, İtalya gibi bir ligde 28 gol atan Icardi’yi, sırf Messi ile şahsi bir problemi var diye kadroya almadı Sampaoli. Dybala gibi parmak ısırtan bir solağa, yine Messi’den ötürü şans tanımadı.
Soyunma odasında infial
Sampaoli’nin Rusya’daki oyuncu seçimleri de bir felâketti. Mesela Mascherano’daki muazzam inat neyin nesiydi, kimse anlamadı. Mascherano’nun Çin Ligi’nde temposunun düştüğü, o haliyle orta sahaya ne direnç kazandırabileceği ne de bir oyun kurabileceği ortadaydı. Buna rağmen Sampaoli, Mascherano’da diretti de diretti. Keza bazen saç baş yoldurtan Meza’ya da el sürdürtmedi. Ama PSG’de gayet iyi bir sezon geçiren Lo Celso’yu tadımlık kabilinden dahi olsa izlememize fırsat vermedi.
Kadrodaki adaletsizliğin soyunma odasında infiale yol açması sürpriz değildi. İş, futbolcuların federasyona muhtıra vermesine kadar vardı. Nijerya maçı öncesinde futbolcular, federasyondan Sampaoli’nin görevden alınmasını, onun yerine 1986’nın kahramanlarından Burruchaga’nın takımın başına getirilmesini ve maça öyle çıkılmasını istediler. Federasyon ortamı yumuşattı. Ancak bu zoraki ateşkes Sampaoli’nin ömrünü ancak bir maç uzatabildi. Fransa karşısındaki mağlubiyetten sonra da Sampaoli’nin fişi çekildi.
Aranan kan!
Arjantin henüz yeni bir hoca atamadı. Takımda yetenekten yana sıkıntı yok; eksik olan mücadele azmi. Yeni hocayı bekleyen en önemli vazife de bu: Arjantin’i tek kişiye bağımlı kimliğinden kurtaracak, Arjantin’i takım yapacak ve takıma canını dişine takan bir karakter kazandıracak.
Başa kim geçer, bilmiyorum. Futbolcular tarafından çok istendiği söylenen Burruchaga’nın bu nitelikleri taşıyıp taşımadığı hakkında da bilgi sahibi değilim. Lâkin aranan kanın çok uzakta olmadığını söyleyebilirim. Arjantin bugün Diego Simeone gibi bir ismi arıyor aslında. Çünkü Simeone, Atletico’da skor ne olursa olsun son ana kadar maçı bırakmayan bir takım yarattı. Federasyon, Arjantin’i de bu ruhla oynatacak bir hoca bulmak mecburiyetinde. Ha, bu hoca bir de Simeone’den biraz daha hücum sever biri olursa, o zaman tadından yenmez!
Sessiz testere
1990’ların sonları ve 2000’lerin başında futbolda Fransa rüzgârı esiyordu. Zidane ve arkadaşları, kupalara ambargo koymuşlardı. 2000’lerin ortalarından itibaren İspanya ve Almanya’nın düdüğü ötmeye başladı. İspanya 2008 ve 2012’de Avrupa, 2010’da dünya şampiyonu oldu. 2014’teki dünya kupasının efendisi ise Almanya’ydı.
Her iki takım da iyi bir jenerasyon yakalamıştı. Taktikleri farklıydı. İspanya, “General” Rinus Michels ve “Sarı Fare” Johan Cruyff’dan süzülüp gelen ve Pep Guardiola’nın taçlandırdığı tiki taka ile rakiplerini canından bezdiriyordu. Almanya ise hızlı ve dikine oynamayı seviyordu. Almanların teknik patronu Löw, bir keresinde Guardiola ile Mourinho’nun oyun tarzlarını karşılaştırmış; rakip kaleye en az pasla ve en hızlı şekilde gitmeyi amaçlayan Mourinho tarzını kendine daha yakın bulduğunu belirtmişti.
İspanya da Almanya da büyük başarılar kazandı. Ama “zaman” denilen bir şey vardı. Kant’ın “sessiz testere”sine kimse karşı koyamıyordu. Altın çocuklar yaşlanıyor ve onların yerine aynı ayarda başka çocuklar bulunamıyordu. Öte yandan rakipleri de onların oyunlarını artık daha rahat deşifre edebiliyor, gerekli tedbirleri alıyorlardı.
Tehlike çanları çalmaya başlamıştı. İspanya 2014’te hissetti bunu. 2014 Dünya Kupası ve 2016 Avrupa Şampiyonası’nda arzulanan neticelere varılamaması, bir değişim zamanın geldiğini gösteriyordu.
Julen Lopetegui, bu değişimi gerçekleştirmeye soyunan isimdi. Bir tiki taka futbolu oynatmıyordu. Bir geçiş dönemi öngörmüştü. Tiki taka’dan bütünüyle vazgeçmiyor ama ona daha çabuk, daha akışkan ve daha hızlı bir yorum katmaya çalışıyordu. İşin doğrusu, bu konuda epey mesafe de katetmişti. Zira Boğalar eleme turlarındaki bütün maçlarını alarak Rusya’ya geliyorlardı.
Yine de Lopetegui’nin gerçek sınaması Rusya’da olacaktı. Ama onun kupa başlamadan kısa bir süre önce haber vermeden Real Madrid ile el sıkışması, bu sınamanın gerçekleşmesine izin vermedi. Federasyon, Lopetegui’nin habersiz anlaşmasına çok sert tepki gösterdi ve onu kapının önüne koydu. Yerine de, teknik adamlık tecrübesi olmayan, bizim efsane kaptanlarımızdan Hierro’yu getirdi.
Lopetegui’nin federasyonu bilgilendirmeden Madrid ile anlaşması, etik açıdan sorgulanabilirdi elbet. Bana göre de yaptığı yanlıştı. Bir teklif aldığında ve gitmeye niyetlendiğinde bunu federasyonu bildirmeli, suyun bulanmasına izin vermeden kupanın ardından Bernabeu’nun yolunu tutmalıydı. Buna mukabil federasyonun verdiği cevap da aşırı ve gereksizdi. Bir kriz vardı ve federasyon o krizin altından kalkamadı. Kupadan iki gün önce hocayı kovarak bütün dengeleri alt-üst etti. Hierro takımı kontrol altına alamadı, takımda ikilik çıktı ve başarısızlık kaçınılmaz hale geldi.
Bir devrin sonu!
Almanya da kuşak değişimini gerçekleştirmenin cezasını çekti. Eskinin oyunu domine eden, rakibin üzerine kâbus gibi çöken ve her daim maçı kazanacağı hissini veren Almanya’nın yerinde yeller esiyordu bu kupada. Lâkin Almanya’nın problemi salt saha içiyle sınırlı değildi. Mesut ve İlkay üzerinden başlayan tartışma hem hocanın kararlarını doğrudan ve menfi yönde etkiledi, hem de takımdaşlık duygusunu zedeledi. Siyasi bir tartışma bütün bir takımı rehin aldı. Nihayetinde Almanya, 1938’den bu yana ilk defa grup aşamasını geçemeden evine döndü.
Almanya ve İspanya’nın erken vedaları, futbolda bir devrin de sonunu imliyor. Lineker’in Güney Kore maçından sonra attığı “Artık futbol 90 dakika oynanan ve sonunda Almanların kazandığı bir oyun değil” mesajı da, yeni bir dönemin kapısının açıldığının eğlenceli bir ifadesi. İki dev, milli takımlarını yeniden kuracak. Muhtemelen bazı isimleri milli formadan emekli edecek, kadroya gençleri katacaklar.
Almanya’da Löw’e güvenoyu devam ediyor. Fakat orada çok daha keskin bir soru var: Acaba Panzerler, Almanya’nın takımı mı olacak yoksa Almanların takımı mı? Buna verilecek cevap, sportif başarının da kaderini de belirleyecek.
İspanya’da ise Luis Enrique yeni bir yola çıkacak. Enrique futbolculuğunda hem Real hem de Barca forması giydi. Hoca olarak önce Roma ve Celta Vigo’da pişti; akabinde Barcelona’nın başında iki şampiyonluk yaşadı. Parlak bir kariyeri var Enrique’nin; teoride ondan daha uygun bir isim yok, ama pratikte ne kadar başarılı olacağını zaman gösterecek.
Değişmeyen gelenek!
Malûm, ben tedavi kabul etmez bir Arjantin hastasıyım. İlk maçı seyrettikten sonra çok yol alamayacağımızın farkındaydım ama yine de umudu canlı tutmaya gayret ettim. Ancak Fransa biletimizi kesince Belçika’ya yöneldim. Bence, Rusya’da en heyecan verici futbolu Kırmızı Şeytanlar oynuyordu. Dengeli ve yetenekli bir kadrosu, iddia sahibi bir hocası vardı. Belçikalılar da altın kuşaklarının bir patlama yapmasını bekliyordu. Takımın ilk maçları farklı kazanması ve arkasından Sambacıları elemesi bu beklentiyi katladı.
Ne var ki Deschamps’ın sağlamcı futbolu, Belçika’nın heyecanını söndürdü. Bunun üzerine Hırvatlara kaydı gönlüm. Çünkü orada Modriç vardı. Rakitiç, bir maçtan sonra kendisine İniesta ve Modriç’i soran bir muhabire “Onlar başka gezegenden gelen insanlar, burada biz fanilerle top oynuyorlar. Her ikisi de benim için bir takım arkadaşından çok daha fazlası” demişti.
Gerçekten o ufak-tefek Luka, Hırvatistan için bir oyuncudan daha fazlasıydı. Kaptan, kötü kullandığı penaltıları saymazsak, harika işler çıkardı. Sadece o değil; Hırvatlar takım halinde çok temiz bir top oynadılar. Puan hesapları ile ilgilenmediler, tabelaya bakmadılar, her maça kazanmak için çıktılar. Eleme grubundan sonraki üç turu da 120 dakikanın sonunda geçtiler. Her futbolcu terinin son damlasını akıtıncaya kadar koştu. Yani onların kazanmasını dilemek için çok gerekçe vardı.
Ama yine olmadı. Finali Horozlar aldı. 1998’de Deschamps ilk kez Dünya Şampiyonu unvanını alan Fransa’nın kaptanıydı. Yirmi yılın ardından bu kez hoca şapkasıyla kupaya uzandı. Zagallo ve Beckenbauer’den sonra hem futbolcu hem teknik direktör kimliğiyle kupaya kaldıran üçüncü isim olarak tarihe geçti.
Böylece bir kupayı daha devirdik. 1986 benim için mutlu sonla bitmişti. Ondan sonra hep kaybettim. Gelenek değişmedi, yine kaybettim.
Yapacak bir şey yok, mecbur 2022 Katar’ı bekleyeceğiz!