ABD’nin kurucu babaları, 1787 yılında anayasayı hazırlamak amacıyla Philadelphia’da toplandıklarında, onları en çok uğraştıracak konu nasıl bir yürütmenin oluşturulması gerektiği sorunuydu. Anayasayı hazırlamayı üzerine almış olan yazar ve siyasetçiler, her şeyden önce monarşiye kayacak bir yürütmeden yana değillerdi.
Gücü güç ile dengeleme politikası
George Washington (1732-1799) ve Alexander Hamilton (1755-1804) tek bir yürütmeyi ve güçlü bir ulusal hükümeti öne çıkarırken, Thomas Jefferson (1743-1826) ve James Madison (1751-1836) yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek bir elde toplanmasının tiranlığa yol açabileceği uyarısını yapıyordu. Bu uyarının sahipleri, tiranlığın her zaman tepedeki yönetimden değil, bazen halk kitlelerinden gelebileceğini de dile getiriyordu. O halde sistem öyle bir dengeye oturtulmalıydı ki, ne tiranlığa dönüşsün ne de farklı ve aşırı uçlara savrulsun. Bunu sağlamanın yolu anayasada kuvvetler ayrılığı ilkesini sağlam bir dengeye oturtmaktı.
İlk olarak ABD’de uygulamaya konan başkanlık sistemi, bir devlet yönetimi modeli olarak, daha ilk günden itibaren parlamenter sisteme ciddi bir alternatif teşkil etti. Kuvvetlerin net bir şekilde ayrılması, fren ve denge mekanizmaları, sistemin istikrarlı bir şekilde yürümesine olanak sağladı. Kurucu babalar anayasadaki özgürlükçü ruhun muhafaza edilmesinde John Locke’den (1632-1704), kuvvetler ayrılığı ilkesinin sağlam bir dengeye getirilmesinde Fransız düşünür Montesquieu’den (1689-1755) ilham aldılar. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, özünde, “iktidarın istismar edilmemesi için gücün gücü durdurması” prensibine dayanıyordu.
Montesquieu’ye göre, yasama, yürütme ve yargı organlarının karşılıklı bir dengeye oturtulmadığı, “üç erkin bir durgunluk ya da hareketsizlik meydana getirmediği” sistemlerde özgür bir yönetim oluşturulamazdı. Montesquieu, kuvvetler ayrılığı ilkesinin formüle edilmesinde İngiltere’deki parlamenter sistemden yararlanmıştı. 1748’de yayınlanan Kanunların Ruhu adlı eserini hazırlarken bir süreliğine İngiltere’de bulunmuş; devlet yönetiminde, yasama ve yürütme erklerinin karşılıklı bir denge üzerine temellendirildiğini görerek buna hayran kalmıştı. Geçmişi 1215 yılındaki Magna Carta’ya kadar götürülen İngiltere’deki parlamenter sistem, özü itibariyle kralın (executive) ve parlamentonun (legislative) gücünün karşılıklı olarak birbirlerini dengelemesine dayanmaktaydı. Montesquieu, “eğer yasama organı yürütmenin işine burnunu sokmaya kalkarsa o zaman yürütme organı yıkılır” diyordu.
ABD başkanlık sisteminin beş önemli özelliği
(1) Başkan bir yasayı veto edebilir; ancak Kongre, eğer her iki mecliste üçte iki oy desteğini sağlarsa başkanın vetosunu aşabilir.
(2) Başkan silahlı kuvvetlerin başıdır; ancak savaş açma yetkisi Kongreye aittir.
(3) Başkan siyasi atamaları yapabilir; ancak Senato bunları reddetme hakkına sahiptir.
(4) Normal koşullarda Kongre Başkanı görevinden uzaklaştıramaz ve Başkan da Kongreyi dağıtamaz; ancak olağanüstü koşullarda Kongre Başkanı görevinden alabilir.
(5) Yasalar Kongre tarafından tartışılarak çıkartılır; ancak yasaları uygulamaya koymak Başkanın sorumluluğundadır.
Parlamenter sistemlerden farklı olarak, başkanlık sistemleri koalisyon hükümetlerinin kurulmasına olanak tanımaz. Başkanlık sisteminde başkan yasamaya karşı (yasama organına, yasama meclisine karşı) sorumlu değildir. Bu anlamıyla yasama ve yürütme arasındaki ilişki zayıftır. Parlamenter sistemlerden farklı olarak, hükümetin iki temel kolu (yasama ve yürütme), “güvenoyu” gibi uygulamalarla birbirini görevden alamaz.
Güçlü yürütme otoriterliğe kayar mı?
Daha önce belirtildiği gibi, başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığı ilkesi parlamenter sisteme nazaran çok daha nettir; ancak sisteme yönelik eleştirilerde üzerinde en çok durulan konu, güçlü bir yürütmenin ortaya çıkıp otoriterliğe doğru kayabileceği kaygısıdır. ABD’de zaman zaman yürütmenin oldukça baskın konuma gelişini tarihçi Arthur Schlesinger Jr. “emperyal başkanlık” şeklinde değerlendiriyordu. Abraham Lincoln’un 1861’de sıkıyönetim yasasını uygulamaya koyarak ülkede adaletin temelini oluşturan habeus corpus (ispat-ı vücud) ilkesini askıya alması; Franklin Roosevelt’in Pearl Harbor saldırısından altı ay önce “sınırsız ulusal olağanüstü hal” ilan etmesi; Harry Truman’ın ABD askerlerini Kore Savaşı’na gönderme taahhüdü ve Lyndon Johnson’ın Kongre kararı olmaksızın Vietnam’a asker konuşlandırmasını, Schlesinger “emperyal başkanlık” uygulamaları olarak kabul etmektedir.
Huntington da güçlü yürütmeden şikâyetçiydi
Samuel P. Huntington da Amerikan sisteminin gittikçe güçlü bir yürütmeye doğru giderken kuvvetler ayrılığı ilkesinden uzaklaştığını ileri sürmekteydi. Huntington tezini şu argümana dayandırıyordu: “1882 ile 1909 yılları arasında önemli yasa tasarılarının yüzde 55’i Kongreden çıkmışken, 1910-1932 yılları arasında bu rakam yüzde 46’ya düşmüş; 1933-1940 yılları arasında ise başlıca yasaların sadece yüzde 8’i Kongreden kaynaklanmıştı.” Böylece yasama gittikçe yürütmenin gölgesinde kalıyordu. Öyle ki, Amerikan başkanlarından Johnson, Vietnam Savaşı kararını Kongreye danışmadan almıştı. Richard Nixon aynı savaşı Laos ve Kamboçya’ya yaymıştı. Ronald Reagan da 1986’da Kongreden habersiz olarak İran’a silah satmak suretiyle Nikaragua’daki hükümeti düşürmek için bütçe oluşturmuştu. 11 Eylül terörist saldırıları da Başkan Bush’a ülke savunması konusunda sınırsız yetkiler sağlamıştı.
Şüphesiz başkanlık ve yarı-başkanlık gibi sistemlerin tercih edilmesinde istikrarlı hükümetlerin oluşturulması önemli bir gerekçedir. Fransa’da Dördüncü Cumhuriyet (1946-58) döneminde, sadece 13 yıllık bir zaman dilimde 27 hükümet kurulup dağılmak durumunda kaldı. Bu sorunu aşmak amacıyla Fransa’daki Beşinci Cumhuriyet (1958), parlamenter sistemi bir yana bırakarak devlet başkanının doğrudan halk tarafından seçildiği yarı-başkanlık sistemini benimsedi.
Dünyada ibre başkanlıktan yana
1980’den önce bağımsızlığını kazanan ülkelerin en çok tercih ettikleri yönetim biçimi parlamenter sistem iken, daha sonra bu tercihin başkanlık sistemi lehine kullanıldığı görülmekte. 1945’ten 1979’a kadar bağımsızlığını kazanan 93 ülkeden 41 parlamenter sistemi, 36’sı başkanlık sistemini, üçü yarı-başkanlık sistemini seçerken, 13’ü monarşide karar kılmıştı. Buna karşılık özellikle 1980’lerden itibaren demokrasiyi benimseyen ülkelerin, daha çok başkanlık sistemine yöneldiği görülüyor. Eski Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa’daki yaklaşık 25 ülkeyi alalım. Bunlardan sadece üçü (Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya) bugün parlamenter rejimle yönetilirken, geri kalanı başkanlık rejimini tercih etti. Aynı dönemde, Asya’da Kore ve Filipinler’in de başkanlık sistemini benimsediğini görmekteyiz.
Parlamenter sistemde partilerin oy kaygısı ve hükümetlerin düşme korkusu, yürütmenin (liderlerin) cesur ve kararlı çözümler üretmesini engelleyebiliyor. Hem başbakanın hem kabinenin meclise karşı sorumlu olması, bütün önemli kararların alınmasında meclis gerçeğinin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılıyor. Oysa başkanlık sisteminde kabinenin sadece başkana, başkanın da kamuya karşı sorumlu olması sorunların çözümünü çok daha kolaylaştırmakta.
Diğer yandan, başkanlık sisteminin adem-i merkezi yapılanmaya parlamenter sisteme nazaran çok daha elverişli olduğu ve esnek bir yapı arz ettiğinin de altını çizmek gerekir. Zaten (ABD ve Rusya’da da görüldüğü gibi) çoğu başkanlık sistemi eyaletler ve federe bölgeler yönetimi üzerine inşa edilmiş bulunuyor. Yarı-başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa’da bile üniterlik idari değil teritoryal (toprak bütünlüğüne ilişkin) düzlemde ele alınmakta. Genellikle coğrafi olarak hacimli, dinsel ve etnik anlamda çoğulcu ülkelerde, başkanlık sistemini üniter devlet modeline dayalı bir zemin üzerinde inşa etmeye kalkmak, bir binayı bir gecekondu temeli üzerinde kurmaya benziyor.
Karizmatik liderlerin şahsında güçlü yürütmelerin ortaya çıktığı başkanlık sistemleri, özellikle etnik sorunlar gibi şiddet üretebilen meselelerin çözülmesinde daha işlevsel olabiliyor. Sonuç olarak ben, Türkiye’de ilk etapta demokratik bir başkanlık sistemi kurulamazsa da, kısa bir zaman zarfında eksiklikleri giderilerek parlamenter sistemden daha iyi bir başkanlık yönetim modeli ortaya çıkarabileceğimize inanıyorum. Doksan yıllık parlamenter sistemimizin çözemediği, hattâ içinden çıkılmaz hale getirdiği Kürt sorunu ve Alevi meselesini, başkanlık sistemiyle birkaç yılda çözüme kavuşturabiliriz.