Kadın o devre, 1910’lu yıllara göre epey geçkindir…
Hadi, “50’li yaşların ilk adımındadır”, diyelim.
Birlikte yaşadığı ve her şeyine, hayatı boyunca müdahale eden annesini sonunda geride bırakıp, diktatör Porfirio Diaz’ın maiyetinde mürebbiyelik için ABD’den Meksika’ya gitmiştir.
Adam ünlü bir gazeteci, yazardır ve yaşlılığın ne olduğunu ruhuyla, bedeniyle iyice fark ettiği yaştadır.
Amerika’daki ışıltılı ama nefret ettiği hayatını şatafatlı, buram buram aristokrat bir imza gününde tüm kitaplarını okurlara, editörlere fırlatarak terk eder:
“Dilerim sizleri bir daha hiç görmem…”
Meksika’ya gider. Diktatöre karşı ayaklanan Pancho Villa’nın yanında/yakınında Meksika Devrimi’ni katılarak izlemek niyetindedir.
Ayaklanmanın başladığı o alev alev günlerde isyancıların cephesinde karşılaşırlar.
Diktatörün yanındaki iş imkânını savaşla yitiren kadın bir yaralının başında, onu iyileşeceğine dair umutlarla teselli etmeye çalışmaktadır.
Yaşlı yazar gelir, sedyedeki ağır yaralı gence bakar ve ona o geceyi çıkaramayacağını, öleceğini söyler. Açıkça, lafı dolandırmadan…
Kadın tepki gösterince, net karşılık verir:
“İnsan hayatında hiç olmazsa bir kez, gerçeği olanca açıklığıyla duymayı hak eder. Hele ölürken… Bu ona borcumuzdur.”
Otururlar, devrilip bir bank gibi uzanan ağacın üzerine…
Meksika’nın bir asır önceki isyan günlerinde, dinginliğin, zor bulunan sessizliğin kıyısındadırlar o an.
Sohbet, o sessizliğin, geride bıraktıkları hayata onca uzaklığın güvencesiyle derinlere iner.
Kadın, o güne kadar hiç kimseye soramadığı soruları, o görmüş geçirmiş, kendisi gibi tüm hayatını geride bırakmış adama sorabileceğini hisseder.
Ki kadınların soruları, bazen tehdit hissedince çoğalır ve bu yüzden sıradanlaşır… Tehdit hissetmediği anlarda ise derinleşebilir:
“Bugüne kadar hep annemle yaşadım. Hep onun yanında…
Dışarıda bir hayatım olamadı.
Hiç aşık da olmadım, olamadım.
Arkadaşımdan duymuştum, ‘İlk kez öpüştüğünde, iç geçirmiş, nefesi kesilmiş, başı dönmüş…’
Ben hiç öpüşmedim.
Ama söylediğine de inanmadım, olur mu böyle bir şey?”
Sevgiyle dinler adam.
Belki yaşamının son dönemlerinde karşılaştığı o “geçkin kadın”ın görece “gençliği”, adamın çoktan geride bıraktığı o yaşlara dair bir özlemi, bir hevesi tutuşturur içinde.
Adam yanıt yerine, “Bak sana bir hikaye anlatayım” der:
“Çok gençtim, hatta çocuktum. Yaşadığımız köyün en güzel kızına aşık oldum.
Köyün ağasının kızıydı.
Biz çok fakirdik…
Aşık olduğum kız evlenme çağına geldiğinde, ağanın zenginliğine az biraz denk olanlar peşine düştü sevdiğimin.
Hepsi bir çok şey vaat ediyordu kıza, kızın ailesine…
Benim vaat edecek hiç bir şeyim yoktu.
Bir akşamüstü, kızın yaşadığı konağın önüne gittim. Balkondaydı…
“Seni seviyorum” dedim, “Hayatımın sonuna kadar, seninle birlikte olmayı istiyorum.”
“Herkes seviyor beni, hepsi bir şeyler vaat etti, sen ne verebilirsin ki bana?” dedi.
“Senin için çok büyük bir şey yapacağım…” dedim:
“Sana, bugüne kadar yazılan, dünyanın en güzel aşk şiirini yazacağım…
Öyle bir şiir ki, tüm insanları mutluluktan ağlatacak, onlara dünyadaki varlıklarının anlamını hissetmelerini, kavramalarını sağlayacak.”
“Yapamazsın, bunu kimse başaramaz” dedi bana.
“Bekle ve gör” dedim, yemin ettim, söz verdim.
Duraladı sevdiceğim, gözleri sanki “Eğer o şiiri bana getirirsen…” yanıtını verdi.
O akşamın sabahı, köyümüzü terk ettim.
Zira “dünyanın en güzel aşk şiiri”ni yazmam için ihtiyaç duyacağım “dünya”, o küçücük köyde değildi.
Öyle bir aşk, o köye sığamazdı. O şiiri orada bulamazdım.
Sevdalanmıştım… Artık ben de sığamazdım.
Gittim.
Çok gençtim, o günlerde zaman insana her şeyi yapabileceği kadar uzun, sonsuz gelir.
Yıllarca ülke ülke, şehir şehir dolaştım…
Dünyanın en güzel aşk şiirini yazabilmemi tetikleyecek o bilinmez şehiri, ülkeyi, o duygunun sokaklarını, evlerini, doğasını aradım.
Ama hayat gailesi, yaşama savaşı, ardından yakaladığım şöhret bir süre sonra bu amacımı unutturdu bana.
Yıllar geçti…
50 yıl boyunca hayatımın her günü, her gecesi yazdım.
Çok satılan boktan aşk romanlarının, çok okunan gazete tefrikalarının yazarı oldum. Şiirim kalmamıştı çünkü.
Unuttum, o şiiri de, o sözümü de…
Bu yola çıkmama neden olan o çocuksu amacımı, yani beni dünyanın en güzel aşk şiirini yazmaya seyyah eyleyen o sevdayı çok uzun yıllar önce unuttum…”
Kadın büyük bir ilgiyle, çakmak çakmak gözleriyle dinlediği adamın hikayenin gerisini getirmesini beklerken…
Adam, kadının yanına yanaşıp, yüzünü yorgun ellerinin arasına alır.
“İşte” der, gözlerine iyice yakından bakarken kadının.
“İşte, uzun yıllar önce unuttuğum o amacımı, sevdiğim kadın için dünyanın en güzel aşk şiirini yazma sözümü… Seni görünce, şimdi, yeniden hatırladım.”
Ve dudaklarından öper onu.
Kadın iç geçirir, sanki nefesi kesilir…
Yaşlı adam, o an’ın, anlattığı o hikayenin cazibesiyle yaşandığını bilerek, gülümser; “İşte bak, iç geçirdin…”
Carlos Fuentes’in romanından Luis Puenzo’nun sinemaya uyarladığı, 1989 yapımı “Old Gringo” filmindendi bu sahne.
Yukarıda anlattığım hikaye, filmle bire bir olmayabilir.
Herhalde 20-25 yıl olmuştur, seyredeli.
Biraz uydurmuş olabilirim.
Olsun… O film, yıllar sonra bana böyle getirdi hikayesini…
Tekzip eden olursa, esefle yayınlarım.
Ve sorarım; “İlk öpüşmeniz, sahiden yaşandığı gibi mi aklınızda?”
“İç geçirmiş miydiniz, başınız dönmüş müydü… Yoksa o sonraki miydi… Hiç mi yoksa?”
Ama filmdeki “Old Gringo”yu canlandıran Gregory Peck, geçkin kız rolündeki Jane Fonda’yı öptü…
Ben şahidim.
Öyle bir hikâyeyi içselleştirip, filmde o duygular içinde canlandırabildilerse… Ve o sahnede Fonda’nın başı dönmediyse üzülürüm.
Dünyanın en güzel aşk şiirinden söz ediyoruz.
Aragon’un Elsa Triolet’ye, Yahya Kemal’in Celile Hanım’a, Nâzım’ın Piraye’ye, Eyüboğlu’nun karadutu, çatal karası, çingenesi Mari’ye, Dıranas’ın Fahriye Abla’ya, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever’in, üç büyük şairin aynı kadına, Tomris Uyar’a yazdığı şiirlerden de büyük meselâ…
Yıkılan büyük imparatorlukların şânı, koca tarihi belleğimizde bir paragrafta solarken, her devirde kendini yeniden üreten aşkın, şiirin tarihinin önüne geçmek…
Ne yaman hayâl.
İsmail Uyaroğlu’nun hayâli gibi:
“Büyük bir şiir yazmak istiyorum
Patlayan bir fırtınanın ardından
Kayalardan fışkıran hayat
Gibi büyülü ve vahşi…
Ömrüm, bana bağışla bu şiiri”
BİR FİLM-BİR REPLİK
ÖLÜLERİ ZİYARET
Amerikalı yaşlı yazar, mezarlıkta ailesini ziyaret eden Meksikalı isyancı generalin yanına oturur.
Yudumladığı içki şişesini uzatır genç general:
“Al, sen de iç gringo… Biz ölülerimizi ziyaret ettiğimizde, yanlarına oturur içki içer, onlarla konuşuruz.”
Ardından sorar yaşlı adama, “Sen de ölülerini ziyaret eder misin?”
“Hayır, etmem” der adam, “Ama onlar sık sık beni ziyarete gelirler…”
İnsanların, toplumların ironileri, şakaları, ölüme, ölü törenlerine bakışları bizden çok farklı olabilir. Aşkları da… Ama bazen bir şiir hepsini, herkesi bir araya getirir.