Dünya sinemasında çok az olan kadın sinema yönetmeni, İslam alemine gelince neredeyse az bulunan bir kimyaya dönüşüyor. Bu nedenle Müslüman dünyanın kadın sinemacılarını daha bir dikkatle izlemek istiyor insan. Nadine Labaki Lübnanlı bir yönetmen. Kuaför ortamında bir araya gelen kadınlar üzerinden toplumsal bireysel nice değerleri, gündelik hayatları anlattığı Karamel filmi epeyce ses getirmişti.
2018 yapımı Kefernahum filmi ise 71. Cannes Film Festivalinde Jüri Özel Ödülünü aldı bile. Daha birçok uluslararası ödül alan, Lübnan tarafından ülkenin Oskar adaylığına seçilen film bu sene de epeyce gündem olup konuşulacak. Film Orta Doğu’nun çocuklarına, kanayan yaramız mülteci meselesine, nüfus artışının köklerine eğilmiş. Neredeyse belgesel diyebileceğimiz kadar doğal bir ortamda mülteci göç dairesinde ve yoksulluğun bin bir çeşidinin kol gezdiği Beyrut’un arka sokaklarında çekilen filmde mekanlar bir bakıma baş rolde.
***
Film bir mahkemeyle açılıyor. Zain adlı küçük bir çocuk, cezaevinde bir adamı bıçaklamak yüzünden cezasını çekerken bir tv programına katılmış ve anne babasını “beni neden dünyaya getirdiniz” sorusuyla itham ederek suç duyurusunda bulunmuş. Mahkemeye çağırılan anne baba, yaşadıklarının nesilden nesle aktarılan bir yoksulluk ve geleneksel yaklaşımlar dizgesi olduğunu ileri sürerek masum olduklarını iddia ederler. Çok çocuklu Lübnanlı el Haj ailesinin yaşadığı yoksulluğun izleyicinin algı eşiğini aşacak düzeyde olması, yerli yoksullarla sonradan sığınan mültecilerin iç içe geçen felaketi, neredeyse yoksulluğun pornografisi boyutunda gözler önüne serilmiş. Ailenin oniki yaşlarındaki oğlu Zain okula gidememekte, ev sahibi denilen adamın bakkal dükkanında kölece çalışıp çöplük sayılabilecek evde ailece yaşama hakkı kazanmalarına katkı sağlamaktadır. Bir yaş küçük kız kardeşi ise adet görmeye başlar başlamaz bakkalın oğlu tarafından ailenin rızasıyla birkaç tavuk fiyatına kaçırılmış, küçük kız ilk gece hayatını kaybetmiştir. İtirazları ve kafa tutmaları yüzünden evden kaçan/kovulan Zein şehrin merkezinde Etiyopya’dan mülteci olarak gelip Lübnan’a sığınmış, sevdiği fakat ortadan kaybolan bir gençten hamile kalıp işini kaybetmiş bir kadınla kalmaya başlar.
Hikayenin en ilgi çekici yanı annenin sınır dışı edilmek üzere tutulduğundan habersiz Zain’in bebeğe bakabilmek için ortaya koyduğu akıl almaz buluşlar ve moral güç. Ortada hiçbir konu olmasa bile film, yukarıdan ve içeriden gerçekleşen çekimlerle yoksul mahallelerin ve gündelik yaşantının derinliklerine inilebilmesi yüzünden ilgi çekici. Müreffeh yüksek ve orta sınıfların hiç bilemeyeceği hayatlara dokunabilmesi bakımından çok kıymetli. Tabi ki seyirciye bütün bu kötülüklerdeki dahli hakkında da sezdirme yoluyla sağlam bir altyapı sunulabilirse. Üçkağıtçılar istismarcılar, oturma izni alacağım, sahte kimlik yapacağım diye mültecilerin elindeki son paraları da almaya çalışan fırsatçılar. Ortalarda görünen tek iyi insan profili bir rahiple birlikte mültecilerin toplama kampı diyebileceğimiz yere gelen müzisyenler. Demir parmaklıkların arkasından “zavallılar” ordusuna gitar çalıp şarkı söyleyen, onları bir nebze eğlendirmeye güldürmeye çalışan iyi insanlar. Mülteciler ise yüzleri adları belgeleri olmayan sürekli kaynaşan siyah insan yığını. Bir de sarı saçlarıyla birden ortaya çıkıp bir aileye satılmış olan siyah bebeği Etiyopyalı annesine geri getiren kadının koşturması.
***
Avrupa macerasında epeyce ödül toplayacaktır bu film. Sinema gösterme sanatı. Işık nerelere düşüp hangi duyguları açığa çıkarmak istiyor izleyicide neye yol açmayı hedefliyor, bu elbette yönetmenin öznel seçimi. Zain üzerinden dokunaklı çocukluk değinileri değiniler takdire şayan. Fakat bu sert insanlık dışı hayatların sebebi nedir? Sadece yoksulların fütursuzca cahilce zalimce çoğalıp durmasını mevcut çocuklarına hiçbir şey veremezken, kadınların hala hamile kalmayı sürdürmesini bütün kötülüklerin kaynağı olarak ortaya koymak fazla indirgemeci değil mi? Finalde ailenden ne istiyorsun diyen hakime “artık çocuk yapmasınlar istiyorum” diyen Zain yönetmenin mesajını da böylece iletmiş oluyor. Çünkü ruhunun çürüyen et gibi yandığını hissettiği cezaevinde hayattan tek hatırladığı aşağılanma, dayak, zorbalık ve küfür. Bütün bunların sorumlusu olarak eşitsizlikleri, hakça paylaşılmayan yönetimleri ileri sürmek adil mi? Peki konu Lübnan ise defalarca İsrail tarafından bombalanmış olmanın, dayanılmaz koşullardaki Filistin mülteci kamplarının, son yıllarda yaşanan tahammülfersa Suriyeliler göçünün ve müsebbiplerinin hiç mi etkisi yok. Labaki bir iki saniye de olsa Filistinli Mısırlı Etiyopyalı Suriyeli Iraklı ve daha birçok ülkeden gelen mülteciler neden mülteci sorusuna eğilseymiş keşke. Batının dahlinden, sebep oldukları korkunç savaşlardan ve sonuçlarından birkaç replik de olsa bahis açsaymış. Belki daha az rağbet görürdü ama çok daha saygın güçlü ve kıymetli olurdu filmi.