Bugün, barışın en uzak göründüğü şu anda, toplum olarak barışı savunmak, her ne şart altında olursa olsun barışa yönelmekten başka yolumuz yok. Toplumu Türk ve Kürt ekseninde düşmanlaştırmak bu ülkenin insanlarının hoşgörü kültürüne, affedici merhametine, sevgiye, ahlâka verdiği değere hiç mi hiç yakışmıyor. Bu yönde dar görüşlü, kafatasçı yaklaşımların hâkim olmasına asla izin vermemeliyiz ve toplum olarak ahlâkî duruşumuzu savunmalıyız.
Savaş insanları iyilikte değil, kötülükte ve daha çok kötülükte yarıştırır. Bunu yürütenlerin yüreğini taşlaştırır. “Öl ve öldür” siyaseti, yani ölüm siyaseti, adı üstünde insan ölüleri üzerinden güç devşirme siyasetidir.
Yapılan her bir haksızlık ve kötülük, gün gelir toplumun vicdanından en büyük darbeyi, reddiyeyi alır. Bugün kahramanlık gibi gösterilen, aslında izan ve feraset yokluğundan başka bir şey olmayan kör bir düşmanlık, yarın döner bunu savunanları vurur.
Siyasi kurumlar, hükümetler dahil, toplum içindeki çelişki ve ayrışmaları arttırıcı, provoke edici tutumları kendi çıkarları için kullanmak isteyebilir. Bu dar görüşlülüğe karşı toplumsal tepkimiz düşmanlığı dostluğa, dayanışmaya çevirmek olmalı. Irka, etnisiteye, her tür farklılığa dayalı nefret söylemi hepimizi karanlığıyla saracak ve karşı çıkmadığımızda, sustuğumuzda, mücadele etmediğimizde, ne yazık ki onlardan biri haline getirecek olan bir yolu işaret ediyor.
Şu veya bu çıkar uğruna insanın insana düşman hale getirilmesine hayır demeliyiz. İnsanların etnik, dini ve toplumsal farklar nedeniyle birinden nefret ettirilmesi kötülerin, zalimlerin stratejisidir. İşte bu yüzden tam da bu sırada dostluk, barış ve dayanışma için birbirimize uzanmalıyız. Söylenen her bir nefret cümlesi, karşısında bunu reddedenleri bulmalı; “ama öyle olmaz!” diyenlere, itiraz edenlere, kabul etmeyenlere çarpıp geri dönmeli. Bizi insanlığımızdan utandıran söylemleri ters yüz etmeliyiz. Bu söylemin sahibi ham ervah gafillere barışçıl, şiddetsiz cümlelerimize karşı durmalıyız. İtirazımız bir başka nefret alanını oluşturmak için değil, barış ve insanlık için, insan haklarını, özgürlükleri savunmak için olmalı.
Bugüne değin çeşitli hâkim çevreler kendi çıkarları uğruna nefret ve düşmanlık yaymak için birbiriyle yarıştı. Artık yeter. Nereden gelirse gelsin düşmanlığa, nefrete hayır! Bombalar ve uzaktan kumandalı canlı bomba robotu olabilecek denli öğrenilmiş çaresizlik; “işlerini bitireceğiz, hepsini temizleyeceğiz” gibi kıyımcı söylemler; “hayvan gibi mağaralarda yaşayanlar” kabalığı ve aşağılaması; Müslümanların çoğunlukla yaşadığı topraklardaki gayrimüslimlere karşı nefret dilini temsil eden bin küsur yıllık “gâvur” lakabı… Bütün bunlardan utanç duyuyorum ve artık yeter diyorum. Yeter bu düşmanlık. Acilen ve bugünden tezi yok, barışa ve dostluk ortamına geri dönmeliyiz. Sınır sorunu da, toprak sorunu da, “vatan” sorunu da, özyönetim talebi/sorunu da diyalogla, birbirine karşılıklı saygıyla çözülebilir. Yeter ki o saygı noktasına bir kez gelelim.
Bu, işin ahlâkî boyutu.
Şimdi gelelim “çatışma çözümü” yöntemine.
Şiddetsizliğin en temel prensiplerinden biri, çatışma çözümü yöntemini etkin olarak kullanmak ve uygulamaktır. Kürt sorununa çözüm süreci bize gösterdi ki, nice önyargılar ve düşmanlıklar diyalog ve karşılıklı anlayış sayesinde dostluğa, birlikteliğe, anlaşmaya dönüştürülebiliyormuş. Ve biliyoruz ki dünyadaki barış hareketleri “çatışma çözümü” alanında büyük ilerlemeler kaydetti. Toplumsal çatışma ve uyuşmazlıklar her yerde olabilir; önemli olan, bu çatışmaya nasıl yaklaştığımızdır.
Birinci soru: İnsan haklarına ve demokratik kriterlere uyan ilkeli bir tutumu, karşılıklı saygı ve anlayışı mı önceleyeceğiz, yoksa çatışma alanını derinleştirecek, yaralayacak söylemleri mi?
İkinci soru: Çatışma çözümünde öncülük ve sorumluluk taraflardan hangisine daha çok düşüyor? Bir devletle talepleri doğrultusunda çatışan, kısıtlı imkânları olan azınlık unsurlara mı, tüm aygıtlarıyla kat be kat üstün olan devlete mi? Eşit mi bu taraflar?
Üçüncü soru: Dünyada yalnızca Türkiye mi var, etnik bir unsurun bağımsızlık, özerklik (her ne ise) istediği ve bu yönde silahlı mücadeleye girdiği?
Türkiye, samimiyetle ve özveriyle çatışma çözümü yöntemini benimsemeli. Ölümlere dur demenin yolu, çatışma çözümü sürecini başlatmak ve ilkelerine uymak. Bu alanda deneyimli yerli ve uluslararası kuruluşlardan oluşturulacak bir heyetin yardımı ve aracılığı gerekebilir. İkincisi, bu çözümde daha büyük özveri ve sorumluluk Türkiye Cumhuriyeti devletine düşer. Eşitsizliği yaratan devlet olduğuna göre, sorumluluğun büyük bölümü onun sırtındadır. Eşitsizliğin ortadan kalkması için özveride bulunacak olan da devlet olacaktır. Üçüncüsü, devlet dünyadaki diğer çatışma alanlarındaki çözüm süreçlerinden öğrenmeli ve bu deneyimlerden olumlu yönde dersler çıkarmalıdır.