Ana SayfaYazarlarEdebiyatın hayatımızdaki yeri: Boşluk hakkı

Edebiyatın hayatımızdaki yeri: Boşluk hakkı

 

Şiir, hikâye, roman yazmanın mahiyeti doğru dürüst açıklanabilmiş değil. Tarkovski’nin “insanları ölüme hazırlamak için film çekiyorum” dediği gibi, yazarlar da gerçekliği en baştan ele alıp kurguya bulayarak  insanın üzerindeki yükü azaltmak istiyor olabilir. Zihnimizi oyalayan şeylerin arasından yukarı doğru yükselen değerlerin belirmesi mümkün mü? Bütün insanlar sadece kendi haklılıklarına odaklandıklarında, güçlünün karanlığa mahkûm ettiklerinin haklılık payını bulup çıkarmak edebiyatın işlevi olmalı. Aslında edebiyatın amacı bir takım sonuçlar çıkarmaktan ziyade insanı farklı bir hissiyata sürüklemek, gücünü kaybetmiş duyguları, solgun ihtimalleri, mümkün olduğu bile unutulmuş gözden düşmüş yaklaşımları yeniden tezahür alanına taşımak olabilir.

 

Yaşamın hızı bizi köklerimizden kopardı. Sürüklenme hissi çok yoğun. Modern zamanlarda, yaşadığımız şeyin ne olduğuna dönüp bakma hakkı elimizden alındı sanki. İçine sığınıp düşünebileceğimiz bir boşluğa her zamankinden çok ihtiyacımız var, çünkü çember “daima daha hızlı” mottosuyla sürekli daralıyor. Biteviye değişen kabuktaki maceramız, bizi değişmeyen özden iyice uzaklaştırdı. 

 

Edebiyat bu noktada varolanın ağırlığını taşımakta zorlanan insana, bilgiden daha fazlasına ihtiyaç duyan kişiye adeta gaipten sesleniyor. Mesela üniversiteye gidecek bir genci anlatmaya çalışmıştım  “Köprüdeki Kız” hikâyemde. Delikanlı tıpkı Dostoyevski’nin gençlik romanı “Beyaz Geceler”deki kahramanın köprüde ağlayan yapayalnız bir kızla karşılaşması gibi karşılaşmalar hayal ediyor, birlikte yüce idealler peşinde koşabileceği arkadaşlar istiyordu. Ailesi ise -her zaman deriz ya haklı olarak- kendini kurtarabileceği bir mesleği ve bol kazancı olmasını önemsiyordu oğulları üzerine hayal kurarken. Oysa ne kadar dünyevi hedeflere odaklansak da her insanın kalbinin bir kuytusunda kişisel çıkarlardan daha fazlasına dair insani bir yükseliş saklıdır.

 

Edebiyatın işlevi bazı kahramanlardan nefret etmek değil fiilleri analiz etmek, olması gerekene doğru yaşamı yeniden ele alıp sürüklemek. Kahramanlarından nefret eden yazarlar bu yüzden ruhuna ağırlık verir okurun. Bu noktada Kafka sanıldığının aksine beni yormaz. Mesela yeni üretilen bir işkence aletinin gücünü bir insan üzerinde deneyen adamı anlatırken hikâyeden ‘ne yaptın kendine, ruhuna kastediyorsun, sen bu olabilir misin’ sözleri zımnen yükselir. Son tahlilde işkenceci o masaya asıl kendini yatırmış, içinin suyunu bitirmekle bir insan olarak kendi sonunu getirmekle meşguldür. Bu aydınlanmayı ancak edebiyat gerçekleştirebiliyor işte.  

 

İnsanlar birbirlerinin hikâyelerine aşina olmadıklarında düşmanlık çok daha kolay yeşeriyor. Edebiyat bu maduniyeti gidermede, dile gelmeyeni, yasaklananı susturulanı temsil etmede rol alır. Basit görünenin içindeki fevkaladeliğe ayna tutar. Yazar hayata, olaylara, tarihe bakış açıları arasında tarafsız olacak diye bir kaide yok, mümkün de değil; hatta sağlam bir bakış açısı, bir iddiası olmalı. Fakat bu merhametsizliğe, başöğretmenliğe, tarafgirliğe, ideolojilerin bayrağını dalgalandırmaya dönüşmemeli. Yazmak bir eylem biçimidir, taraftar peşinde koşmayla asla telif olamayacağı gibi tersine kendi meş’alesini yapayalnız taşımaya yazgılıdır.

 

Edebiyatın sevinci insana boşluk sunmada, kaçacak bir yer açmada tezahür eder. Herkesin her şeyi bildiği ve haklılığından zerre kadar kuşku duymadığı bir zamanda edebiyatın sona erdiğini söyleyenlere katılmak mümkün değil. Tersine edebiyatın bize sunacağı belirsizliklere, kuşkulara, muğlaklıklara ihtiyacımız var. 

 

Çocukken ev misafirlerle dolup taştığında masanın altına, çamaşır makinesinin boşluğuna girip, balkona saklanıp hayal kurardım. Boşluk hakkı insanın en temel insan haklarından. Nasıl yaşayıp nasıl tüketeceğimizin, neye ihtiyaç duyup duymayacağımızın buyurgan bir edayla dikte edildiği zamanda, durmayı, geriye dönüp sakince bakmayı, yavaşlamayı ve bir boşluğa girmeyi özlüyoruz. “Tuttuğunu koparan adam” diye övdüğümüz kişilerin, önüne geleni ezip geçmesine başarı derken, çok iyi bir şeymiş gibi kadınların da aynı yolda yarışmasının yolu döşendi.

 

Tuttuğunu koparan değil okşayan, kıyamayan, esirgeyen insan kurtaracak bu dünyayı. İnsanın yaratılışı sırasında meleklerin hayreti boşuna değil. Kötülüğe meyletme istidadı insanın üzerindeki en büyük ağırlık. İtalo Calvino’ya işte bu yüzden belli anlarda sanki dünya bütünüyle taşa dönüşüyormuş gibi geliyordu. Yaşamın hiçbir yönünü dışarıda bırakmayan bir taşlaşma. Bu ağırlığı kaldırmak için yazdığını söylüyordu hafiflik ilkesini savunurken. Edebiyatın işlevi en çok budur, insanın yükünü azaltmak, ağırlıklara dikkat çekip hafiflemek için yeni kapılar açmak.

 

- Advertisment -