“Her şey, Yaratıcı’nın elinden çıktığında iyidir; insanoğlunun elinde bozulur…” Jean-Jacques Rousseau, Emile kitabının girişinde bu cümleye yer verir. Rousseau, insanların bir araya gelişi, toplumsallaşma süreci ve bu birliktelikten doğan davranış kalıplarının yarattığı kötü sonuçları inceler. Bu etkileşimler neticesinde açığa çıkan eşitsizlik sürekli bir şeylere sahip olma isteğini çoğaltır ve bu istek mülkiyeti benimseten ilk devrimdir.Rousseau’nun henüz toplumsallaşmamış, içindeki kötü duyguları ile karşılaşmamış insan örneği; meşe ağacından karnını doyurup, onun altında uyuyan ve dereden su içerek hayatını idame ettiren, henüz “herkeslere” karışmamış olandır. Kötülüğün en önemli sebeplerinden biri toplumsallaşmanın kaçınılmaz sonucu mülkiyet arzusudur ve modern insanın hikâyesi ya da başka bir ifadeyle trajedisi de böyle başlar. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı eserindeki cümlelerini hatırlayalım:
“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Bu, bana aittir!’ diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak sonra da hemcinslerine ‘Bu sahtekârlara kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz’ diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu! Fakat öyle görünüyor ki o zaman işler, o güne kadar oldukları gibi sürüp gidemeyecekleri noktaya artık gelmişlerdi.”
İnsanlar arasındaki ilişkiler ağı güçlendikçe eşitsizlik ve kötü duyguların etrafa saçılması da artar. Rousseau’ya göre doğal durum uzaklaşılan iyi, toplum yaklaşılan kötüdür.İnsanların doğalarından uzaklaşarak toplumsallaşmasıyla kötülükler, bir kar topu gibi büyüyerek yeryüzünde dolaşmaya başlar ve bireyleri mutsuz bir yaşama mahkûm eder. Bundan böyle kötülükler içinde bulunan insanlar topluma, onlara çiçek gibi gelen zincirlerle bağlıdır.
Rousseau’nun metinlerinden yola çıkarak sistemler büyüdükçe, güçlendikçe bu mahkûmiyetin, zorunlulukların, kötülüklerin ve dolayısıyla mutsuzluğun artacağı çıkarımında bulunabiliriz. Modern dünyada işler bu manada iyice çetrefilli bir hal almıştır. Üstelik modern dünyanın telaşı ve ışıltısına maruz kalan bireyler, içinde bulundukları durumun vehametini muhakeme etme yeteneğini büyük ölçüde yitirmiştir. Olması gerekenleri yaşıyorlarmış gibi sürekli aldanma halindedirler. Duyguların ve tutkuların abartıldığı bu düzende insanlar hep bir yokluk ve arayış içerisinde kaybolmuş, rekabet duygusuna kapılmış ve kişilikleri parçalanmıştır.
Rousseau, uygarlık denilen hastalıklı yapı içerisinde kötülüğe bulaşması kaçınılmaz olan insana dair tespitler yapmakla kalmaz, çözümler arar. Böyle bir toplumun içine doğup büyüyen için artık yapılacak pek fazla bir şey yoktur fakat çocuklar için durum farklıdır. Emile eserinde çocuklara yeni bir eğitim modeli sunar. Buradaki eğitimde çocuk doğanın içine yerleştirilir, böylelikle tabiatlarını bozacak olan tüm toplumsal kurumlardan, kurgulardan âzâde edilir. Rousseau’ya göre insanın, eğitim yerinde eğitilen bir at gibi, kendisi için eğitilmesi gerekir; onu, bahçesindeki bir ağaç gibi, kendi tarzında yetiştirmelidir. Aksi takdirde her şey daha kötüye gider. Rousseau, eserindeki kurmaca karakteri Emile’nin uygar toplumun onu vahşi bulacağı kadar az bir akademik öğrenimle kırsal alanda yetişirilmesi gerektiğini salık verir. On sekizine, akıl çağına geldiğinde yalnızca özgürlük ve kendine saygıda eşsiz olmakla kalmayacak, bir filozof da olacaktır.
Güzel bir hata
Kaptan Fantastik (2016) filminin fantastik karakteri Ben Cash (Viggo Mortensen), J. J. Rousseau’nun hayalini vücuda getirmek ister gibidir. On sene önce, filmde sadece hayaletini gördüğümüz eşi Leslie (Trin Miller) ile bir karar alarak, kendilerini modern dünyadan tamamen tecrit ettikleri bir yaşamın içine bırakırlar. Pasifik ormanlarında, vahşi doğanın içerisinde yaşayan bu ailenin altı çocuğu vardır. Babanın tedrîsatında belirli saatlerde müzik, jimnastik yapıp, kitap okurken görürüz her birini; avcılıkta mâhirdirler, ortalama beş-altı dil konuşabilen bu çocuklar adeta bir laboratuvar ortamında yetişir. Evin en büyük çocuğu babasından gizli yaptığı üniversite başvurularında Yale, Harvard gibi dünya çapında üniversitelerden kabul alacak kadar entelektüel yetkinliğe sahiptir. Ben, sisteme ve dolayısıyla tüm uzantılarına karşıdır; okullara, paraya, mesai kavramına… Ailenin tabiata açık, sosyal hayata kapalı bu düzenleri annelerinin ölümü ile yara alır. Ben’in eşi uzun süredir hastanede yatmaktadır ve geçirdiği bir sinir krizinde bileklerini keser. Leslie’nin bipolar sinir hastalığı ilerlemiş ve bu acı ile baş edememiştir. Çocuklar annelerinin cenazesine gitmek isteyince Ben başlangıçta itiraz etse de daha sonra fikrini değiştirir. Leslie’nin ailesi, bilhassa babası çocuklarının ölümünden dolayı Ben’i suçlamaktadır, torunlarını bu “saçma” düzenden çekip almak ister. Ben’in bir ormanın derinlerinde kurduğu, inandığı ütopyasından, bir zamanlar kaçmış olduğu distopyaya, kapitalist dünyaya doğru uzanan zoraki yolculukta çocuklar uyum sorunu yaşayacak ve her iki düzenin kendine içkin sorunları bu temas yüzeylerinde açığa çıkacaktır. Çocuklar şehre indiklerinde ilk olarak şişman insanların sayısının çokluğu karşısında hayret ederek hepsinin hasta olduklarını zannederler. Sürekli ellerinde tabletleriyle gezen kuzenleri ile karşılaştıklarında ise Nike markasını bilmedikleri için yadırganırlar. Evin büyük oğlu yaşıtlarıyla karşılaştığında diyalog kurmakta zorlanır. Leslie’nin ailesi çocukların okula ihtiyacı olduğunu ısrarla söylediğinde ise Ben’in çocuklarının entelektüel birikimi karşısında söyleyecek söz bulamazlar. Liseli kuzenlerin bilemediği birçok soruyu evin ilkokul yaş seviyesindeki çocuğu tafsilatlı bir şekilde cevaplar. Filmin sonlarına doğru evin öfkeli çocuğu isyan edene kadar ailede kimse içinde bulunduğu durum hakkında fikir sahibi değil gibidir: “Harika bir hayatımız olduğunu, babamızın mükemmel olduğunu zannediyorsunuz.”
Film, bir sarkaç gibi birbirine zıt iki tarz-ı hayat arasında gidip geldikten, her ikisinin handikaplarına işaret ettikten sonra daha orta bir yol önermekte karar kılar. Ne Ben’in ormana kapanmış, toplumsal olandan soyutlanmış hayat modeli idealdir ne de modern dünyanın kurgusu bir umut vaat etmektedir. Tabiat ile irtibatı koparmadan da modern hayatın nimetlerinden faydalanmanın bir yolu olmalıdır.
Kaptan Fantastik filminin nihayetinde aile Leslie’nin mektuplarını karıştırdığında, bu hikâyenin başlangıcına dair şu cümleler ile karşılaşır: “Ben’le burada yarattığımız şey insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir şey olabilir. Platon’un Devlet’inden bir cennet yarattık. Çocuklarımız birer filozof kral olacaklar.” Ormanda tasarladıkları hayata bakıldığında Platon’un Devlet kitabından bariz izler görülebilir. Tıpkı Devlet’teki filozof kral ideali gibi J. J. Rousseau’nun tabiatın ortasında yetişen çocuğu da bir filozof olacaktır.
Kaptan Fanstastik ve eşi bu hayal ile çocuklarını tabiatın içerisine iter, Rousseau’dan mülhem, bahçesinde kendi halinde büyüyen bir ağacın doğallığına bırakırlar her birini. “Yaratılmış ihtiyaçlar”a yer yoktur bu hayatta. Toplumun kurgularından, kalıplarından, şahsiyetlerine müdahale edecek her türlü ezberin bir parçası olmalarından çocuklarını sakınırlar. “Herkesler”in etkisinden çocuklarını koruyarak onların gündelik hayatın uğultusu, vasatın bir yankısı olmasının önüne geçmek isterler. Her ne kadar Ben’in eğitim modeli çok uçuk görünse de bir taraftan da kanıksadığımız doğruları sorgulamak adına pek çok soruya imkân tanır. Çocukları ile oldukça dik, tehlikeli bir yamaca tırmanan ve ayağı kayıp eli kırıldığında, küçük oğluna “Kimse sihirli bir şekilde ortaya çıkıp seni kurtarmayacak” diyerek başının çaresine bakmasını söyleyen Ben ile empati kurabilmenin çok uzağında yaşıyoruz. Değil dik bir yamaçta yara alan çocuğa başının çaresine bak demek, sıkışmış şehir hayatında adeta çocukların büyümesine izin vermiyoruz. Onları korkulardan, tehlikelerden korumak adına girdiğimiz ebeveynlik savaşında farkına varmasak da cesaret, özgüven, zekâ ve kas gücü gibi pek çok melekelerini yavaş yavaş törpülüyoruz. Eğitim sistemlerinde de durum pek iç açıcı değil, genel itibarıyla çocukların ufkunu daraltan, onları kalıplara sokan, belirli tanımlarla sınırlayan, sıkıştıran bir anlayış hâkim. Tasavvurlarını, zihni meleklerini ve biricikliklerini ne yazık ki müfredat denilen kalıplarla tektipleştiriyoruz.
Bu rutinleşen aksaklıklar döngüsüne çocuklarını katmak istemeyen Kaptan Fantastik’in hayatına baktığımızda ise en büyük hatasının, filmde de tespit edildiği üzere, çocuklarına edindikleri bilgileri kullanacakları bir sosyal ortam, hayat alanı sunamaması olduğu âşikar. “Kitabi olmayan hiçbir şey bilmiyorum, bizi ucubeleştirdin” haklı itirazında bulunan büyük çocuğun da ifade ettiği üzere; edindikleri bilgileri işleyebilecekleri ortamlardan mahrum kalmaları büyük bir handikap. Filmin nihayetinde Ben de bunu kabul ediyor ve senelerce emek vererek inşa ettiği bu hayat için “güzel bir hataydı” diyor. Ben karakterinin ideası ile yakından uzaktan bir alakası olmasa da bizler de pandemi sebebiyle çocukları sosyal ortamdan mahrum bırakan ve onları hayata katılmaktan alıkoyan bir süreç yaşadık. Çevrimiçi eğitimi mükemmelen tamamlayanlar dahi bilgisayar ekranı üzerinden kurulan iletişimin hayat pratikleri yanında ne kadar kifayetsiz kaldığına şahit oldu. Bir buçuk senelik sosyal ortamdan mahrumiyet bilhassa ilkokul ya da orta okul yaşındaki bir çocuk için telafisi mümkün olmayacak büyük bir kayıp aynı zamanda. Şüphesiz bu tahribat eğitim sisteminin mükemmelliği, müfredatın vazgeçilemezliğinden kaynaklanmıyor. Fakat bilgi ancak hayat ile etkileşime girebildiği oranda, sosyal hayatın akışına katılabildiği ölçüde anlam kazanmakta. Şehir insanının bu statik kurumlar haricinde akabileceği farklı bir mecra, pek fazla seçenek yok ne yazık ki. Velhasıl ne eğitimin ne de hayatın eve sığmadığını bu süreçte tecrübe etmiş olduk. Sokaklara taşmayan, hayata, insanlara ve duygulara karışmayan hiçbir bilginin, eğitimin insana faydası olmadığını da.