Ana SayfaYazarlarElli yıl sonra

Elli yıl sonra

 

[1-4 Haziran 2018] Yaklaşık bir haftadır yurtdışında, ABD’nin doğu kıyısındayım. Türkiye’yle, siyasetle, seçimlerle, hattâ bilimle ve tarihle dahi pek ilgisi olmayan, tamamen kişisel ve duygusal nedenlerle. Yıllık iznimin on gününü de kullanmak pahasına, 8500 kilometre uçup geldim; zaten oralarda Sanat Tarihi okumakta olan kızım Ada’yı da aldım ve Yale’den 50. Mezuniyet Yıldönümü kutlamalarımıza katıldım.

 

Amerikan üniversitelerinin mezun dernekleri çok iyi çalışır, çok iyi organize eder böyle şeyleri. Yukarıda, tepedeki resim: “1968 mezunları, tekrar hoşgeldiniz.” Kalacağımız kolejin önünde, kaldırımı böyle boyamışlar. Bizde olmayan bir kültür, bilinmeyen bir zanaat. Geçelim. Ben de benim gibi üç dört yüz septuagenarian “yetmişlik”le buluştum, eski padişah ve sadrazam otağlarının kimbilir kaç misli bir çadırın altında. Tanıdık tanımadık herkese usulen selâm verdim, merhaba dedimse de, asıl beş on kişiyle daha uzun sohbet ettim, hasret giderdim.

 

Kim ne yapmış, nerede oturuyormuş, emekli olmuş mu, kaç kere evlenip boşanmış, çocukları mı torunları mı varmış? İnanılmaz komik bir şey de oldu; daha 1964’te, ilk yılımda birkaç ay çıktığım bir kız, çok yakın bir arkadaşımla evlenmiş meğer, bundan on beş yıl önce. Onlar farkındaymış da bana sürpriz oldu. Hep birlikte çok güldük. Küçük dünya.

 

Velhasıl günde üç öğün, iyi dedikodu yaptık masalarda. Yemek aralarında ise Ada’yla birlikte, gençliğimin geçtiği, o çok sevdiğim kampüsü bir kere daha boydan boya dolaştım. Eski yatakhanelerime uğradık. Kütüphaneye girdik; her gün saatlerce çalıştığım masalara dayandım, ellerimi sürdüm. Bütün algılarımı alabildiğine keskin yaşadığım 18 yaşımda, bir gece karanlıkta lapa lapa yağan karı seyrettiğim köşeyi buldum. Tarih, Ekonomi, Biyoloji amfilerime girecek vaktimiz olmadı. Zaten değiştirmişlerdir dedim, bütün iç mimariyi. Gerçi binalarına dışarıdan bakmakla yetindik, ama bu da yetti, kalabalık sınıfta konferans nasıl verilir, Scully ve Trinkaus’ları dinleye dinleye öğrendiğimi hatırlamama. “Ha, demek böyle oluyormuş.”

 

Sanat galerisinde ise neredeyse iki saat geçirdik; Ada merdivenler ve diğer mimarî elemanlar dahil hemen her şeyin fotoğrafını çekerken, ilk yılımda hocam olan, kendisi de İstanbullu ve Robert Kolej mezunu Spiro Kostof’u (1936-1991) ince ince andım. Daldım gittim, Rubens’in aşağıdaki karanlık, fırtınalı Hero ve Leander tablosunun önünde.

Dikkat ederseniz, kompozisyonun merkezinde, sevgilisine ulaşmak için her gece Çanakkale Boğazını geçip dönen Leander’ın, sonunda dalgalara yenik düşmüş, soğuk ve cansız bedeni var. Olanca çelebiliğiyle, o dönemin genç yardımcı doçenti, 1970’ler ve 80’lerin Berkeley profesörü ve çok ünlü mimarlık tarihçisi demez mi: “Şimdi bu resmin konusunu bize Halil Bey [Mr Berktay] anlatacak.” Hemşeriliğimize nazik ama ne kadar iyimser bir atıf! İçime dokundu. Çıktık, yürüdük. Ortam değiştirdik. Yüzdüğüm ve sutopu oynadığım, günde iki saat antrenman yaptığım, hoyratça boğuştuğum, tekme attığım ve yediğim kapalı havuzun dimdik inen tribünlerine oturup, seyircinin ikili müsabakalardaki derin uğultusunu tekrar duymaya çalıştım.

Ağır nostaljiydi velhasıl. Yer yer schmaltz, ister istemez. Cumartesi akşam canlı müzik vardı; herkes kurtlarını döktü (Ada dahil); bense uslu uslu oturdum. Pazar öğlen kucaklaştık, ayrıldık. 55. Yıldönümümüzde, yani beş yıl sonra kaçımız geri döneriz acaba? Düşünmek istemiyorum bunu. Şimdi sadece New York caddelerinde yürüyor, kitapçılara girip çıkıyor, açıkçası biraz da kendi kendimle kalmanın tadını çıkarıyorum.

 

Evet, elli yıl oldu üniversiteyi bitireli. 1964-68 arasında Yale’de ekonomi okumuştum. Tamamen ideolojik nedenlerle: genç bir Marksistin ekonomi okuması gerektiğine inandığım için. Ekonomi bilmek, azgelişmişliği açıklamak demekti (Baran ve Sweezy, sonra Andre Gunder Frank, Samir Amin, Immanuel Wallerstein). Keza ekonomi, tabii sosyalist planlama yoluyla azgelişmişliği altetmek de demekti (Wassily Leontief, Oscar Lange, girdi-çıktı iktisadı, doğrusal programlama, ekonometri). Velhasıl Türkiye’yi de, bütün diğer yoksul ülkeleri de ekonomi kurtaracaktı.

 

Zamanla hem bu naifliği, hem üzerimdeki bağlayıcılığını aştım; “siyasî açıdan ve toplum yararına [= devrim ve sosyalizm uğruna] ne yapmam doğru olur”un değil “canım neyi çekiyor”un peşinden gittim; ekonomiden ekonomi tarihine, oradan ortaçağ ekonomi tarihine, oradan ortaçağa ilişkin fikirlerin tarihine… derken beni tarihe ve tarihçiliğe götüren kendi yolumu buldum. Orası ayrı bir hikâye. Fakat yeryüzünün en iyi üniversitelerinden birinde gördüğüm lisans öğrenimimin (tabii bir yığın başka şeyle de birleşen) zenginlik ve derinliğini hiç unutmadım. Olanca radikal, ultra-solcu sertlik ve densizliklerimle birlikte, sanırım bir parça da düşünerek ve gözlemleyerek yaşamışım o dönemi. Sadece içerik değil, aynı zamanda organizasyon, kurumlaşma, kurallar, pratik ve prosedürler de dikkatimi çekmiş. Hepsini kafamın bir köşesine yazmışım, belki farkına varmadan. Daha sonra olanak bulduğumda, ODTÜ ve Boğaziçi Tarih bölümlerinde, Sabancı ve şimdi de İbn Haldun üniversitelerinin kuruluş süreçlerinde, doğru ve değerli olanı elimden geldiğince uygulamaya çalıştım, çalışıyorum.

 

Bir bakıma buraya kadarı hep arkaplan. Çok önemli bir şey daha var ki, yarın anlatacağım.

- Advertisment -