24 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte İttihat ve Terakki’nin güttüğü İttihad-ı Anasır ideali ve Osmanlıcılık ve Osmanlı vatandaşlığı fikriyatı bile Türk-Müslüman unsurun diğer gayrimüslim unsurlardan üstünlüğünün bu unsurlar tarafından kabulüne dayanmıştır. Millet-i hakime olarak Türk-Müslüman unsur hem gayrimüslimler hem de Türk olmayan Müslüman unsurlar (Araplar ve Arnavutlar gibi) karşısında kendisine doğal bir üstünlük atfetmiştir. 1915’te Soykırım ile sonuçlanan Ermenilere yönelik kitlesel şiddetin altında yatan nedenlerin ve motivasyonların anlaşılmasında bahsi geçen ideolojik arkaplan oldukça önemlidir.
İttihat ve Terakki, Türk-Müslüman unsurun İmparatorluğun millet-i hakime olma hasletini hem belirtik hem de örtük biçimlerde kabul etmiştir. Ancak bir noktanın altını çizmekte fayda var ki o da şudur: Türk milliyetçiliğinin İttihat ve Terakki nezdinde devletin resmi ideolojisi olarak benimsenmesi süreci bir hayli zaman almıştır.
Takriben 1912-1913’teki Balkan Savaşları’nda alınan büyük yenilgiler ve toprak kayıpları sonrasında Türk milliyetçiliği iyiden iyiye kendini hissettirmiş ve resmi bir devlet ideolojisi ve bu devleti idare eden İttihat ve Terakki iktidarının resmi fikriyatı olarak temayüz etmiştir. Bu tarihe kadar İttihat ve Terakki belirtik olmasa da politikalarında ve Cemiyet’in muhtelif kongrelerinde Türk-Müslüman unsurun hakimiyetini temel olan milliyetçi ideolojisini örtük bir biçimde sergilemiştir.
Bu minvalde, bir süre resmi devlet ideolojisi olarak işlev gören ve İttihat ve Terakki tarafından da savunulan Osmanlıcılık ideali sadece İmparatorluğu bir arada tutmak ve İttihat ve Terakki’nin asimilasyonist politikalarına bir paravan olmak saikiyle kullanılmıştır. Esasında Osmanlıcılık idealiyle hedeflenen nihai amaç eğitim, kültür, ekonomi ve siyaset dahil olmak üzere bütün toplumsal alanlarda Türk-Müslüman unsuru hakim kılmaktır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Türk milliyetçisi akımın önde gelen temsilcileri ileride Ermeni tehciri ve soykırımının da mimarları olacak olan Dr. Nazım ve Bahaettin Şakir’dir. Bu iki isim Cemiyet’in Türkçü kanadını uzun bir dönem iştiyakla temsil etmiştir. Bu nedenle İttihat ve Terakki’nin 18 Eylül 1908 tarihinde Selanik’te gerçekleştirdiği ilk gizli kongresinde bu iki ismin İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi olması ve Komiteyi kontrol etmesi şaşırtıcı değildir.
Bu kongrede İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlıcılık prensibini yaymak, ekonomik alanda Müslümanları teşvik etmek ve Türkler arasında ticaretin gelişmesini sağlamak gibi hususlarda önemli kararlar almıştır. Esasında Cemiyet’in birinci kongresinden evvel bile bilhassa Hınçak liderleri Osmanlıcılık idealinin bir çeşit Türkçülük olduğunu belirten görüşler ileri sürmüşlerdir.
İlaveten, 1908’de Dr. Nazım ve Bahaettin Şakir’e ait özel yazışmalarda Türk olmayan Müslüman unsurların bile İmparatorluğun ve devletin bekasına yönelik potansiyel tehdit oluşturdukları ve bunların “hain” unsurlar oldukları vurgulanmıştır. Nitekim, Arnavutlar İttihat ve Terakki’nin Türkleştirme politikalarını mahkum etmiş ve büyük direniş sergilemişlerdir.
İttihatçı mantalite ve bu mantaliteye haiz kadrolar muhaliflerine karşı radikal önlemler almaktan çekinmemişlerdir. Buna verebilecek en somut örnek, İttihat ve Terakki’ye yönelik keskin muhalefetiyle bilinen Serbesti gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin 6 Nisan 1909’da bir suikast neticesinde susturulmasıdır. İttihat ve Terakki’nin muarızlarına yönelik bu türden sert ve agresif tutumu düşünüldüğünde, 31 Mart Vak’ası da daha iyi anlaşılabilir.
Şurası bir gerçektir ki İttihat ve Terakki 31 Mart’ın yarattığı siyasi kaos ortamından bir hayli faydalanmış ve bu sayede kendisine muhalif olan birçok siyasi aktörü tasfiye edebilme ve susturma fırsatını elde etmiştir. Bu bağlamda 31 Mart Vak’asını modernleşme ve merkezileşmeye karşı olan dini ve gerici grupların bir girişimi/isyanı olarak basitçe tanımlamak nüanslı bir analiz değildir.
Esas itibariyle 31 Mart Vak’ası İttihat ve Terakki içinde de ayrışmaların ve fay hatlarının kristalize olduğu bir olaydır. Bu olaydan hemen sonra Cemiyet’in Selanik’teki eski ve etkili üyelerinden Şerif Paşa, Cemiyet’e muhalif diğer üyelerle birlikte Islahat-ı Osmaniye olarak bilinen İttihat ve Terakki’ye muhalif bir siyasi yapılanma içine girmiştir. Bu yapının Cemiyet’ten talepleri İmparatorluğu Türkleştirme faaliyetlerinden vazgeçmesi, bununla beraber ordunun siyasete müdahalesine son verilmesi ve Cemiyet’in gizli bir örgüt gibi hareket etmemesi olarak sıralanabilir.
Şurası muhakkak ki İttihat ve Terakki’nin Türkleştirme siyasaları özellikle İkinci Meşrutiyet’in hemen akabinde Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan’a ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Girit’in Yunanistan ile birleşmesi gibi olayların yarattığı beka kaygısı ile birlikte kuvveden fiile çıkmıştır. Bu durum İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İmparatorluğun bilhassa gayrimüslim unsurlarına yönelik antipatisini artırmış, güvenini zedelemiş ve giderek bu unsurlara karşı düşmanca bir tavır takınmasına cevaz vermiştir. Bunun sonucunda şiddete başvurulmaktan imtina edilmemiştir.
Söz konusu Türkçü ideoloji Sosyal Darwinizm’den ziyadesiyle etkilenmiştir. “Osmanlıcık” altında uygulanan siyasalar, Türk-İslam kimliği etrafında bir topluluğu kültürel olarak homojenleştirmeyi hedeflemiştir. 1 Kasım 1910 tarihinde gerçekleştiren bir diğer kongrede İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki Türkçü kanat “ittihad-ı anasır” fikrini benimseyen kanadı bertaraf etmiştir. Bu anlamda, bu kongreden hemen sonra Türk milliyetçiliğinin kurucu ideoloğu olarak bilinen Ziya Gökalp’in, İttihat ve Terakki Merkezi Komite üyesi olarak seçilmesi rastlantısal bir gelişme değildir.
1911’deki kongrede ise Osmanlıcılık’tan Türkçülüğe geçiş tamamlanmış ve 1913 baharında Türk milliyetçiliği Cemiyet’in resmi ideolojine dönüşmüştür.