Charles Aznavour’un önceki gün Le Monde’da yayımlanan duygu yüklü yazısı bu başlığı taşıyor. Anne ve babasının yüz yıl önceki çalkantıdan kaçarak Fransa’ya sığınabildiğini söylüyor önce, 91 yaşındaki ünlü Fransız şantör. Ardından “XX. Yüzyılın ilk soykırımında” katledilen, boğulan, işkenceye uğrayan 1.5 milyon Ermeni’nin aynı şansa sahip olamadığını hatırlatıyor.
“Kum, sonra unutma rüzgârının bu toplu kıyımın üstünü uzun süre örttüğünü, çünkü 1915 cellatlarının yerine geçen Türk hükümetlerinin uluslararası alandaki hafıza kaybı ve boş vermişliğe oynayarak on yıllarca devlet inkârcılığı uyguladığını” söylüyor ve “nerdeyse haklı da çıkacaklardı" diye ekliyor.
Aznavour bir sonraki paragrafta soykırımın tanınmaya başlaması için 80’li yılları beklemek gerektiğini söylüyor. Tanımanın ayakucuyla, yarım ağızla geldiğini belirtiyor. Sonra Avrupa Parlamentosu’nun 1987’deki kararından, Fransa’nın 2001 tarihli yasasından ve Vatikan’ın son açıklamasından söz ediyor.
Saint Joseph’teyken “La Mamma”, “La bohême” ve “Mourir d’aimer” gibi dünya klasikleri arasına giren şarkılarının sözlerini ezberleyerek Fransızcamızı geliştirdiğimiz Charles Aznavour, konunun bugün vardığı noktayı aynı duygusallıkla dile getiriyor. “Böyle bir durum karşısında” diyor "biraz mantığı, biraz iyi niyeti olan her insan ne yapacağını bilemez hale gelir. Ben de bu kuralın istisnası değilim." Ve şunları ekliyor içtenlikle: “Ben kin ortamında yetiştirilmedim. Kindarlık benim evrenimde yer almıyor. İnkâr ortamında yetişmiş Türk halkına kızamam. Bu ülkenin gençliğine ve sevdiğim halkına güvenmek istiyorum”.
Burada bir parantez açmak, kendisine o dönemin tarihinin bize kuşkusuz eksik öğretildiğini ama Ermenilere karşı bir husumet de aşılanmadığını söylemek doğru olur. En azından aile çevremde hiç yoktu. Bir dönemin en önemli olaylarından birini sadece bir iki paragrafta, bölünmekte olan Osmanlı İmparatorluğunda “birinci dünya savaşı sırasında ki iç isyanlar” başlığı altında geçiştirmek pek doğru olmasa da. Ama ortada gerçek bir bölünmeyi gözler önüne seren Sèvres anlaşması varken, bu topraklarda yaşayan insanların öncelikle kendilerini düşünmesini de yadırgamamak gerekiyor herhalde.
Ben 60’lı yıllarda diğer okullara oranla gayri Müslüm öğrencilerin daha fazla olduğu Saint Joseph’te, arkadaşlarımız arasında bir ayrımcılık olduğunu pek hatırlamıyorum. Bunu en iyi Gayri Müslim arkadaşlar değerlendirir tabii. Bu konuda kendi açımdan söyleyebileceğim tek şey, farklı kimliklerle dostluğu farkında olmadan orada yaşadığım ve doğal karşıladığım.
Aznavour’un soykırımın nihayet birtakım ülkelerce tanınmaya başladığını memnuniyetle kaydettiği 80’li yıllarda, mesleği nedeniyle Asala terör örgütüne hedef oluşturan biri olarak Ermenilerin uluslararası arenada yalnızlıktan kurtuluşunu – eğer bu bir kurtuluş sayılıyorsa- aynı coşkuyla karşılamadım. Demokratik yollardan savunulması hak olan bir tezin silahlı eylemlerle dayatılmasının kabulü mümkün olabilir mi?
Charles Aznavour “biliyorum bir gün gelecek Türk gençliği gözünü açacak ve kendisini bilgisizlik içinde tuttuğu o yalan ve onursuzluk yıllarının hesabını yöneticilerinden soracak” diyor. “Eminim ki çok da uzakta olmayan bir gün Türk şairi Nazım Hikmet’in dediği gibi alnındaki lekeyi silecek; öyle kafasını kuma gömerek ya da küllerle sıvayarak değil, tarihine serbestçe sahip çıkarak. Türk-Ermeni diyalogu” diye ekliyor.
Aznavour’a göre, o gün geldiğinde Türk-Ermeni diyalogu için koşullar da bir araya gelmiş olacak; kardeşlik efsanesinde bir adım atılmış olacak. Ünlü şantör “bu gençliğe, bu halka ders veriyor olmak istemem. Ben kimim ki? Fakat kurbanların ardılı ve kamuya mal olmuş bir şahsiyet olarak, üzerime özel bir sorumluluk düşüyor” diye sürdürüyor yazısını.
Aznavour kuşkusuz bilmiyor, genç sayılmam ama İttihat ve Terakki hükümetinin Tehcir kararının doğru olmadığına inananlardanım, hangi gerekçeyle olursa olsun. Benim gibi düşünenler de az değil bu toplumda. Bu çok doğal çünkü dünyada demokrasi ve insan hak ve özgürlükleri yüz yıl içinde ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana çok gelişti. Benzeri bir kararı bugün dünyanın hiçbir yerinde değil uygulamak, savunmak bile mümkün değil artık. Peki, ama o zaman daha neyi bekliyoruz Türk-Ermeni diyalogu için?
Evet, doğru, tehcirin neden olduğu, Ermenice “Medz Yeğern” denilen Büyük Felaket ’in genç kuşaklarda yarattığı acıyı gerektiği şekilde paylaşabilmiş değiliz Türkiye’de.Aznavour’un yazısında iki paragraf ayırdığı o büyük acıyı. “1915’te yok edilmek istenen Ermeni’ydi, bendim, sizdiniz. Auschwitz’de olduğu gibi katledilen aynı zamanda insanlıktı” diyor ve soruyor: “Jön Türk hükümeti neden bu iğrenç eylemi yaptı? Neden bu insanları katletti? Sayın Erdoğan bu konuda gerçekle ilgili bir söz söyleyebilir mi bize?”
Charles Aznavour’un konuya kendi mahallesinden bakması son derece doğal. Bu bağlamda, 1915 Tehcirini, 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesi kapsamında değerlendirmesini ve bu sözleşmenin ceza hukuku bakımından geriye işleyemeyeceğini bir tarafa bırakarak, Ermenilerin üçüncü ülkeler üzerinden Türkiye’yi soykırımı tanımaya zorlamasını doğal karşılaması da öyle tabii.
Ama tehcirin soykırım sayılması -hukuken mümkün olmaması bir yana- soykırımcılığı kendimize olduğu kadar atalarımıza da yakıştıramadığımız için tepkimize yol açıyor. Üçüncü ülkeler üzerinden Türkiye’ye bu konuda baskı yapılması da ayrıca Ermenistan’a duyulan güveni sarsıyor. Mallarına el konulmuş Ermeni vatandaşların ardıllarına tazminat ödenmesi konusu kuşkusuz önemli ama bu Türkiye’nin doğrudan çözebileceği bir sorun. Hal böyle olunca soykırımın tanınmasının ön koşul olarak öne sürülmesi Aznavour’un beklediği Türk-Ermeni diyalogunu boş yere geciktirmiyor mu acaba?
Aznavour yazısının sonraki bölümünde Türkiye ile Ermenistan arasında 2009 yılında imzalanan protokoller konusuna değiniyor; Ankara’nın protokollerin onaylanmasını Bakü’nün isteği üzerine Karabağ sorununun çözümü şartına bağlamasını eleştiriyor. Haklı bir eleştiri belki ama Ermenistan’ın ilk Devlet Başkanı Ter Petrossian’ın danışmanı Gérard Liberidian gibi bu pozisyonu anlayabilen Ermeniler de var. Türkiye,dostluğunu her fırsatta gösteren ve topraklarının bir bölümü halen Ermeni işgali altında bulunan Azerbaycan’ın bu isteğini kırabilir miydi?
Aznavour’un yazısının devamında dile getirdiği bazı iddialar var ki katılmam mümkün değil. Biri geçen 21 Martta Suriye’deki Ermeni kasabası Kessab’a cihatçıların saldırısının, ikincisi de Dar es Zor kasabasındaki soykırım anıtının 18 Eylül 2014 tarihinde Daesh tarafından tahrip edilmesinin Türkiye’nin yeşil ışığıyla gerçekleştirildiği iddiası. Aznavour, her iki iddiaya da kaynak olarak bazı “analistleri” gösteriyor. (!) O analistlerin tuhaf bulduğum bir başka iddiası da bugün Orta-Doğu’daki vahşetin kökeninin 1915’deki korkunç olaylara kadar gittiği.
Diasporada yaşayan Ermeniler arasında her olayda Türkiye’yi “günah keçisi” görenler, hatta bazen tuhaf şeylere inananlar var. On yıl önce Lyon’da AB süreci konusunda düzenlediğimiz bir paneli soykırımın tanınmasının siyasi bir ölçüt sayılması gerektiği iddiasıyla protesto eden bir grupla toplantı bitiminde bir süre konuşmuştum. Grubun lideri olduğu anlaşılan kişi benim ve tüm Türk diplomatların soykırım belgelerini görmüş olduğumuzu, bilerek ve isteyerek dönemin hükümetini savunduğumuzu öne sürüyordu. Başka bir deyişle benim ve devlette çalışan herkesin İttihat ve Terakki hükümetinin zihniyetine sahip olduğumuzu düşünüyordu. Benim tehcir kararını hiçbir zaman savunmadığıma, bugün Türkiye’de bu kararı dönemin savaş koşulları içinde kaçınılmaz bulanların dahi İttihatçı zihniyeti birebir paylaşmalarının mümkün olmadığına onu ikna edebildim mi bilemiyorum. Ama öyle sanıyorum ki Ermeni diasporasında aradan bir yüzyıl geçmiş olmasına karşın Türkiye’yi yönetenleri “dedelerinin katilleri” ile özdeşleştirenler var. Bu algıyı değiştirmek de bizlere düşürüyor kuşkusuz.
Aznavour’un yazısında da bu algının izlerine rastlamak mümkün. Nitekim yazının sonuna doğru uluslararası bir ankete atıfta bulunuyor ve ankete göre 18-26 yaş arasındaki Türk gençlerinin yüzde 33’ünün Ermeni soykırımının tanınmasını desteklemesinden duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. “Tabuların haddinden fazla olduğu bu ülkede bu sonuç bana güven veriyor” diyor ve ekliyor: “kendisinin işlemediği bir suç için parmakla gösterilmemesi gereken bu halka saygım daha da arttı. Dünyanın bu bölgesi bir gün belki hepsini aynı aşkla sevdiğim Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlardan oluşan Aznavour ailesi gibi olacak."
Bu satırlardan anlaşılan o ki Ermeniler için soykırımı tanımak tarihimizin o dönemiyle yüzleşebilmenin tek koşulu. Sanki tehcir, insanları evlerinden barklarından edip belirsiz bir geleceğe mahkûm etmek tasvip edilebilirmiş, başlı başına bir insanlık trajedisi değilmiş, soykırım değil tehcir diyen ama İttihatçıları eleştirenler vicdansızmış gibi. Aznavour’un iyi dileklerini ifade ettiği son cümlesi de bu yaklaşımı içeriyor bir bakıma: “Keşke bu hüzünlü yıldönümü -ki tarihte ilk defa bir soykırımın yüzüncü yıldönümü anılıyor- vicdanları geliştirse. Anma törenleri biraz da buna yarıyor öyle ya.”
Düşünceleri, kaygıları, yanılgıları ve o unutulmaz duygu yüklü şarkılarıyla bizlerden biri Charles Aznavour. Başbakan Davutoğlu’nun iki yıl önce altını çizmiş olduğu üzere, bizim diasporanın bireylerinden biri. Doğal olarak kendi mahallesinden bakıyor bizlere; kızıyor bazen ama bir yerde bu topraklara ve insanlarına bağlılığını gizleyemiyor.
Bugün 24 Nisan 2015…Aslında sadece Ermenilerin değil Osmanlı vatandaşlarının ardılları olarak hepimizin başına gelmiş bu büyük felâketin yüzüncü yıldönümü. Bu nedenle felâketi artık hep birlikte anmamız gerektiğine inananlardanım. Ama bilmem, bunun için Ermeniler önce felâketin adı üzerinde uzlaşılmasını mı, yoksa bu felâketle bir an önce yüzleşmemizi mi tercih eder?
Ermeniler için yüz yıllık yalnızlıklarını biran önce yenmenin yolu bu soruya verecekleri yanıttan geçiyor belki de.