Ana SayfaYazarlarEsas olan hikâyedir, anlatıdır

Esas olan hikâyedir, anlatıdır

 

Arşiv belgeleri ile karşılaştırıldığında tarihsel malzeme olarak kişisel anlatıların objektifliği ve “bilimselliği” her daim tartışma konusu olagelmiştir. Bu türden canlı tanıklıkların tarihsel olayları ve aktörleri sahih ve objektif  olarak ortaya koymalarının mümkün olmadığı ileri sürülür.

 

Bu konvansiyonel görüşe göre anı, otobiyografi ve günlük niteliğindeki materyallere ihtiyatla yaklaşılması, güvenilirlik ve geçerliliklerinin test edilmesi elzemdir. Zira bu türden metodolojik kaygılarla söz konusu materyallere tarihsel “belge” demekten bile imtina edilir. Bir kimya laboratuvarında deney yapan bilim insanı edasıyla yazılan tarihlerde kişisel anlatılara deneyin bağımlı değişkenleri muamelesi yapılır.

 

Anı, otobiyografi ve günlük türü metinler dönemin tanığı farklı aktörlerin olguları ne denli tutarlı analiz ettikleriyle değil bize neyi, nasıl anlattıklarıyla değerlendirilmeli, incelenmelidir. Bir başka deyişle bu anlatıları pür gerçek(çi)lik ve objektiflik kıstasıyla yargılamak yerine; onların, çoklu hakikatler, tahayyüller ve kurgular üzerine düşünmemizi sağladıklarına vurgu yapılmalı.

 

Bu bağlamda tarihsel kurguların ete kemiğe büründürülmesinde bu tür tanıklıklar ve öznel hikâyeler vazgeçilmez önemdedir. Şüphesiz ki bunları kaleme alan kişiler tarihi kendi sübjektif pencerelerinden yeniden inşa ederler. Ancak asla unutulmaması gerekir ki, hiçbir belge ve arşiv malzemesi de tarihsel bağlamdan kopartılarak anlamlandırılamaz ve onları üreten aktörlerin siyasal, sınıfsal ve kültürel konum, çıkar, arzu ve önyargılarından ayrı düşünülemez.

 

Bu durum tarihyazımında bir malzemeler hiyerarşisi kurmanın zorluğuna işaret ediyor. Daha verimli bir tartışma, spesifik bir araştırmanın sorunsallarına nasıl bir metodolojik stratejiyle ve buna denk düşen ne tür kaynak referansıyla yaklaşmanın bizi en çok sesli, en kompozit kurgu ve anlatıya götürebileceğidir.

 

Anı, otobiyografi ve günlük türü kaynakların kullanımı genel olarak tarihsel kurguyu derinleştiren, zenginleştiren bir tercihken, kimi konular olmazsa olmaz önemdedir. Soykırım  çalışmaları özellikle bu kategoride incelenmelidir. Bilhassa 1965 sonrası, yeteri kadar otoriter ve ispat kapasitesi bulunmadığı için, mağdurların, madunların anlatılarına burun kıvıran Ermeni soykırımı  literatürü bu elzem malzemeyi dışlamanın kavramsal, metodolojik ve etik sorunlarıyla ancak yakın zamanda yüzleşmeye başladı. Ayrıca bir türdeş olmayan deneyimler toplamı olarak soykırımı anlamamızda da anı, otobiyografi ve günlükler eşsiz kaynaklardır.

 

Bütün bu anı kitaplarının ortak özelliği pek tabii tekillikleri ve öznellikleri tartışılamayacak anlatılar olmalarıdır. Her bir eser bahsi geçen dönemi yeniden inşa eden ve o tarihi yeniden kuran bir içerik ve doğaya sahiptir. Esasında bu durum, bize bu türden (oto)biyografik niteliğe haiz anlatıların nasıl okunması gerektiğine ilişkin önemli ipuçları ve bakış açıları sunar.

 

Bunların başında anlatılan olaylar zincirinin ve kronolojik hattın bir çeşit tutarlılık fetişizmine dayanmasının gerekmediği olgusu gelir. Muayyen ve sürekli bir tutarlılık, anlatının içine sızmış olsa bile –ki bu çoğu durumda böyledir– bu yapay bir tutarlılık girişiminden öteye gitmez Zira anlatıcı kendi gördüğü, duyumsadığı ve yaşadığı gerçekliği bir kurgu çerçevesinde tekrar kurgulamaktadır. Zaten anlatı her seferinde yeniden inşa edildiği ölçüde tarihselleşir.

 

Bana kalırsa son dönemde Türkiye’de tarih yazımı ve metodolojisi açısından Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın hatıratı üzerine yapılan tartışmalar bu önemli noktayı bize bir kez daha hatırlattı: bir tarihçi açısından önemli olan elindeki malzemenin –bu hatırat olur, günlük olur, belge ve/veya arşiv malzemesi olur—sahih olup olmadığı değil bizatihi anlatının kendisidir. Son tahlilde ilgili malzeme bu anlatıyı besleyen, kurgulayan ve yeniden inşa edilmesini sağlayan araçlardır. Esas olan hikâyedir, anlatıdır.

 

- Advertisment -