Bu yazıyı, Gürbüz Özaltınlı’nın “cumhurbaşkanlığı sistemi”ne geçişi düzenleyen Anayasa değişikliklerine dair Serbestiyet’te kaleme aldığı bir dizi yazının, özellikle de Neden “kararsız” değilim başlıklı sonuncusunun (10 Şubat) bende uyandırdığı çağrışımlardan yola çıkarak yazıyorum…
Özaltınlı’nın yazısından önce, önerilen sistemin sakıncalarını bundan daha ikna edici bir dille anlatan bir metinle karşılaşmamıştım… Fakat bence yazı sadece bu yanıyla değil, belki bundan da önemli olmak üzere, başarılı bir “hayır” kampanyasının nasıl bir yaklaşım ve dil üzerinden yürütülmesi gerektiğini ima eden yanıyla önemliydi.
Bu sonuca, Özaltınlı’nın yazısının ikna kapasitesiyle, referandumda “hayır” için çağrıda bulunan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ve bazı “hayır”cıların sergilediği performansın problemlerini karşılaştırarak varıyorum.
Bu performans sahipleri, Gürbüz Özaltınlı’nın önerdiğinin tam tersini öneriyorlar: Sistemin “teknik” bir çözümlemesini yapıp, bunun kaçınılmaz olarak baskı ve otoriterlik üreteceğini sakin ve ikna edici bir dille anlatmak yerine, sesi gür fakat içi boş bir hamasetin sözcülüğünü yürütüyorlar.
Yanlış diye bağırmak yeter mi?
Bir yanlışa karşı çıkmanın en etkisiz yolu, onun yanlış olduğunu bağıra çağıra biteviye tekrarlamak ve bu arada neden yanlış olduğunu anlatmaya pek az mesai harcamaktır.
Bu, izleyenlerde, propaganda sahibinin kendi savunduğu teze ya da tezlere aslında çok da inanmadığına ve bu zaafını, çıkardığı gürültü içinde perdelemeye çalıştığına dair güçlü bir sezgi uyandırır. Başta CHP’ninki olmak üzere, “hayır” cephesindeki toplam propagandanın kahir ekseriyetinin bu neviden olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bunun neden çok yanlış bir tarz olduğunu anlayabilmek için iktidarın ve iktidarı destekleyen gazete ve köşe yazarlarının “evet” için çıkardığı gürültüye ve hamasete bakmak yeter. Orada da çok büyük bir gürültü ve hamaset var, çünkü apaçık bir hakikati; önümüzdeki metnin demokratik bir başkanlık sistemiyle hiçbir ilgisinin bulunmadığı hakikatini perdelemeye çalışıyorlar.
“Evet”çilik en çok sakin itirazlar karşısında zorlanıyor
Yüksek sesli, hamasetçi “hayır”cılığın neden çok yanlış bir tarz olduğunu anlayabilmek için, televizyonlarda nadiren karşımıza çıkan sakin itirazlar karşısında, Anayasa değişikliklerini savunan tartışmacıların nasıl paralize olduğunu hatırlamak da yararlı olabilir.
Bunlardan birini, önerinin mimarlarından Prof. Burhan Kuzu’nun, bir televizyon programında “parti lideri- cumhurbaşkanı” formülünü savunmaya çalışırken nasıl zorlandığını gelin birlikte hatırlayalım…
Sözünü ettiğim program NTV televizyonunda 24 Ocak 2017’de yayımlandı. O gün Meclis’te ikinci tur oylamalar tamamlanmış, dolayısıyla Anayasa değişikliği paketi Meclis’ten geçmişti… Programı Simge Fıstıkoğlu yönetiyor, Oral Çalışlar da onunla birlikte Burhan Kuzu’ya sorular yöneltiyordu.
Bir aşamada Oral Çalışlar, bütün sistemin kilit noktasını teşkil eden “parti lideri-cumhurbaşkanı” formülünün neden kaçınılmaz olarak güç temerküzüne yol açacağını bilinen sakinliğiyle anlattı ve mevcut metnin iktidar temsilcileri tarafından tam tersinden yorumlanmasını anlayamadığını söyledi.
Söyledikleri mealen şöyleydi: Böyle bir durumda, bugün olduğu gibi kimlerin milletvekili olacağını bizat parti başkanı-cumhurbaşkanı belirleyecekti ve dolayısıyla cumhurbaşkanının partisinin cumhurbaşkanı ile bugün olduğu gibi “yüzde yüz uyumlu” çalışacağı açıktı. Ayrıca yargıyı yöneten Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun üyelerinin tamamı da ya doğrudan cumhurbaşkanı ya da Meclis tarafından seçileceğine göre yargının bağımsızlığından da söz edilemezdi. Böylece yasama ve yargı, metni savunanların iddialarının tersine yürütmeye bağımlı hale getiriliyordu.
Oral Çalışlar, ABD’deki gibi gerçekten demokratik başkanlık sistemlerinde, başkanın meclis ya da meclislerin seçiminine hiçbir müdahalede bulunamadığını, dolayısıyla yasamanın yürütmeyi gerçekten de dengeleyebildiğini, keza yargının oluşturulmasında da benzer güvencelerin sisteme mündemiç olduğunu hatırlattı.
Kuzu: “Partiler Kanunu değişecek”
Mesele bu kadar net konunca, “evet, milletvekillerini parti başkanı-cumhurbaşkanı seçecek ama bu, Meclis’in ondan bağımsız biçimde çalışamayacağı anlamına gelmez” gibi savunmaların hiçbir inandırıcılığı kalmıyor. İşte böyle durumlarda metnin savunucuları paralize olup top çevirmeye başlıyorlar.
Somut örneğe dönersek: Burhan Kuzu, Oral Çalışlar’ın haklı olduğunu, fakat ileride Partiler Kanunu’nda ve Seçim Kanunu’nda yapılacak değişikliklerle milletvekillerinin seçiminin parti lideri-cumhurbaşkanının sultasından kurtarılacağını söyledi.
Kuzu, Anayasa değişikliği bile gerektirmeyen, AK Parti’nin kendi oylarıyla yapabileceği bu değişiklikleri neden şimdiye kadar yapmadığı ya da hiç değilse ileride bunların yapılacağına dair neden tek laf etmediği sorularını cevapsız bıraktı. Kuzu, AK Parti çok istese de bu değişikliklerin yine de yapılamayabileceğini eklemeyi de unutmadı: Çünkü cumhurbaşkanlığı sistemi önerisini “ortakları” Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile birlikte hazırlamışlardı ve dolayısıyla Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’ndaki değişiklikleri de onlara danışarak yapmak zorundaydılar!
Altın kıymetindeki “malzeme”: ABD
Televizyonlardaki bu ve benzeri tartışmaları izleyip de, “evet”çilerin tezlerini savunurken sakince dile getirilmiş “teknik” itirazlar karşısında nasıl zor durumlara düştüklerini görmemek mümkün değil… Fakat buna rağmen “hayır”cı propaganda gürültücü fakat içeriksiz bir temelde yürümeye devam ediyor.
Öyle olunca, şayet ABD’deki başkanlık sistemi denge-fren mekanizmaları sağlam kurulmuş demokratik bir başkanlık sistemi olmasaydı, Trump’la birlikte ülkenin ne hale geleceğini düşünmeye sevk edecek bir propaganda hattı izlemek bile akıllara gelmiyor. “Su akar Türk bakar”a nazireyle söyleyelim: ABD’deki gelişmeler taptaze ve ikna edici bir “malzeme” olarak önünden her gün geçiyor ve bunu kullanmak CHP’nin aklına bile gelmiyor: Su akar CHP bakar!
Ne var ki “hayır”cı propagandanın yegâne problemi, gürültücülüğü ve içeriksizliği değil.
Çarşamba günü öbür problemleri ele alacağım.