Ana SayfaYazarlar“İfade edilenlerden farklı sebeplerle” cinayet

“İfade edilenlerden farklı sebeplerle” cinayet

 

Bir siyasi düşünce ekseni olarak eski sağ-sol dikotomisinin, özellikle Türkiye ve Ortadoğu söz konusu olduğunda artık pek de geçerli olmadığı defalarca söyleniyor. Ancak bu alışkanlıktan kopmak o kadar da kolay değil.

Çok yakın geçmişte, AK Parti hükümetinin öncüllerinden çok daha net ve güçlü bir barış iradesi ortaya koyduğu anlaşılmaya başladı. Arkasından, ilk İmralı görüşmesiyle çözüm süreci devreye girdi. Bu ve benzeri yeni olgulara rağmen, söz konusu sağ-sol ekseni çerçevesinde düşünmeye devam ettik.

“Yeni Türkiye” kavramının ortaya atılmaya başlandığı zamanlardı ve çoğu insan siyasetin eski Türkiye’nin iki mazlumu olarak Müslümanlar ve Kürtler önderliğinde şekilleneceğini umuyordu.

Eski Türkiye’nin temsilcileri CHP ve MHP eriyecek; bildik sağ-sol dikotomisi üzerine kurulu siyasetteki kutupları, artık sağ demokrat kimliğindeki AK Parti ile BDP’nin önderliğini yapacağı, özgürlükçü, demokratik bir sol kanat oluşturacaktı.

Ama öyle olmadı. Olanca provokatifliğiyle Demirtaş’ın BDP liderliğini alışı ve HDP’ye evrilen süreçte Kürt hareketinin bitmek bilmeyen ayaklanmacılığı, gerçek gündemlerinin sandığımızdan çok farklı olduğunu artık herkese anlattı.

Çözüm Sürecini provoke etmeye daha ilk İmralı görüşmelerinin tutanaklarının sızdırılmasıyla başladılar. Ardından, 6-8 Ekim 2014 kıyımı gibi sayısız örneği de hayata ve tarih kayıtlarına geçirdiler. 

Asıl rekabetin yerel yönetimler üzerinden gerçekleşeceği; devlet aygıtında ağırlıklı olan sağ demokratların karşısında, yerel yönetimlere sol demokratların ağırlık koyacağı üzerine kurulu naif ütopyalar, bir yıla varmadan çöpe atıldı.

O günlerde sızdırılan İmralı tutanaklarının, toplumu sonunda Öcalan’ın serbestisine razı olmaya kadar götürecek bir Çözüm Süreci alıştırması olduğuna dair tevil çabaları, bugünden bakıldığında oldukça zavallı görünüyor. 

Uzun yıllardır Türkiye’de tarihin akışı fazlasıyla hızlandı ve sürüklenmeden doğru noktada durmak da gittikçe zorlaşıyor, giderek daha fazla çaba gerektiriyor. 

Tahir Elçi’nin 13 Ekim 2015’te CNNTürk’te Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programına çıkıp “PKK bir terör örgütü değildir” demesiyle başlayan tartışma ile Diyarbakır’ın Dört Ayaklı Minare’sinin altında başından vurulup öldürüldüğü 28 Kasım 2015 tarihleri arasında, bugün artık çok başka bir tartışmanın merkezindeki bir yalıda, Halil Berktay ve Gürbüz Özaltınlı ile girdiğimiz kısa bir tartışmayı hatırlıyorum.

Ben, Tahir Elçi’nin “PKK bir terör örgütü değildir” ifadesi yüzünden yargılanması gerektiğini söylemiştim ve Berktay ile Özaltınlı “bu, limitte faşizme gider; tam da budur, insanlara bir şeyler söyleme mecburiyeti [bu örnekte, illâ terör örgütü demek mecburiyeti] getirmektir” üzerinden, haklı olarak lafı ağzıma tıkmışlardı.

Ortam kalabalıktı, asıl konu başkaydı, diyalog için müsait değildi ve tartışma bir anda harlanmış;  sonra da  mecburiyetten — ve beni, kendini yeterince iyi ifade edememe pişmanlığına eşlik eden anlaşılamama duygularına gömüp — sönüvermişti.

Kastım ve niyetim elbetteki Elçi’nin yargı önünde hesap vermesi değil, PKK’nın bir terör örgütü olup olmadığının tartışılmasıydı — ki bu fikri öne süren ben, geçmişimde her zaman PKK’yı bir silahlı halk hareketi olarak görmüş ve devlet terörü karşısında (tümüyle olmasa da çoğu zaman) “daha yakın olduğum saf” diyebilmiştim.

Ancak “devlet” değişmişti.

Başlangıcından bu yana tüm alternatif siyasi anlayışlar, dinler ve azınlıklar karşısında — statükonun karşısında duran her kim ve ne varsa — baskılayan, beceremediği zaman da askeri darbelerde çare arayan Eski Cumhuriyet gitmiş, yerine, eski düzenin baştan beri baskıladıklarından biri (Müslümanlar) iktidara gelmiş ve herşeyi değiştirmişti.

Artık Kürtleri isyana sürükleyen sebepler yoktu. İmha, inkâr ve asimilasyon politikaları bitmiş; Kürt kimliği tanınmış; bu ve benzeri sürüyle engelin ötesine geçip “Anadilde Eğitim”i tartışır olmuştuk ve bu koşullarda tekrar silahlı mücadeleye başvurmanın hiçbir haklı yanı olamazdı.

Bu da PKK’yı bu son savaşta (silahlı-silahsız farketmez) bir halk hareketi, bir isyan öncüsü gibi kutsayıcı terimlerle anılabilir olmaktan çıkarıyor, doğrudan terör örgütü basamağına itiyordu.

Fikrimce bunun tartışılması, tespiti, adlandırılması, etiketlenmesi gerekiyordu ve Elçi’nin “PKK terör örgütü değildir” ifadesi üzerinden yargılanmasa bile bunun en azından tartışılması da bu sebepten önemliydi.

Bu kısa tartışmanın üzerinden bir ay bile geçmeden Tahir Elçi öldürüldü.

Bir mezarlık ziyaretine gitmekte olan iki PKK’lının bindiği taksi, Tahir Elçi’nin basın açıklaması yaptığı Dört Ayaklı Minare’nin 100 metre kadar ötesinde polis tarafından durduruldu ve taksidekiler, yanlarındaki tabancaları kullanarak iki polisi şehit edip, Elçi’nin açıklama yaptığı noktaya doğru kaçmaya başladı.

Niyetleri belli ki minarenin hemen ötesindeki PKK barikatlarına ulaşıp polis takibinden kurtulmaktı.

Ama kaçışlarını başlattıkları nokta ile ulaşmak istedikleri barikatlar arasında Elçi’nin basın açıklamasında güvenliği sağlamakla görevli polisler olduğunu bilmiyorlardı ve kaçtıkları yönden üzerlerine ateş açıldı.

Önce polisler de ne olup bittiğini, üzerlerine doğru ellerinde tabanca, tüm güçleriyle koşarak gelenlerin kim olduğunu ve niyetlerini anlayamadılar.

Her şey 15-20 saniye içinde olup bitti. 

İki polisin şehit edildiği noktadan gelen silah sesleriyle Elçi’nin basın açıklaması yarım kaldı ve dikkatler çatışmanın olduğu cadde tarafına döndü.

İki PKK’lı saldırgan 30-40 m katettikten sonra minare tarafındaki polislerce algılandılar ve kendilerine “dur ihtarı” yapıldı, ama tabii buna uymadılar.

Üzerlerine doğru koşanların sivil polis olabileceği fikriyle duraklayan polisler tarafından önce ayaklarına ateş açıldı ki, bu sırada onlara doğru dönmüş silahların kendilerine en yakın pozisyonda bulunanına 10 metre kadar mesafedeydiler.

Çok hızlı hareket ettikleri ve polisler böyle bir durumu beklemeyip şaşırdıklarından, kaçanlar ilk atışlarda isabet almadılar ve koşularını, minareyi geçip PKK barikatlarına varana dek sürdürüp gözden kayboldular.

Polislerin ve “basın açıklaması” katılımcılarının arasından geçerlerken, artık polisler koşanların vurulması gerektiğine kesin ikna olmuş ama geç kalmışlardı.

Durum aldıkları eğitime pek uymadığından, çok yakın mesafeden ama çok hızla hareket eden PKK’lıları sürüyle mermi yakmalarına rağmen vurup vuramadıkları şüpheli.

PKK’lılar vuruldularsa bile, aşırı adrenalin dolmuş bir bedenin performansı maksimuma ulaşmışken, kalp veya beyin gibi hareketi anında sonlandıracak bir noktadan isabet almadıkları kesin, çünkü durmadılar. 

Onlar aralarından geçer ve polisler namlularıyla hareketlerini takip ederek ateş etmeyi sürdürürken, diğer herkes gibi Tahir Elçi de cami duvarının dibinde değil, Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarının arasında siper almıştı ve PKK’lılar yoğun ateş altında, onun tam yanından geçerek sağa doğru kıvrıldılar, muhtemelen de barikatlara varana kadar durmadılar.

PKK’lıların geçişi bittikten birkaç dakika sonra barikatlardakiler de (muhtemelen güvenli noktalarından çıkıp pozisyon alarak) Dört Ayaklı Minare tarafındaki polislere ateş açtılar.

Bu sırada Tahir Elçi, başının arkasından gelip gözünden çıkan bir merminin isabetiyle vurulmuş yerde yatıyordu ve muhtemelen hayat fonksiyonları daha yere düşmeden durmuştu.

Elçi’nin bedeni yoğun ateş altında zorlukla bölgeden çekildi, PKK atışları neredeyse günlerce minare tarafındaki çatışma bölgesini taciz etti ve herhangi bir olay yeri incelemesi, ancak aylar sonra yapılabildi ki tabii artık çok geçti, sağlıklı olabilmekten çok uzaktı.

Bölgeden elde edilen deliller, cinayeti aydınlatmak için yeterli değil.

Elçi’nin ölümüne sebep olan mermi çekirdeğinin bulunmasından başka olayı aydınlatabilecek bir delil yokmuş gibi görünüyor; ancak olay örgüsü ve olan biteni çeken kameraların görüntüleri bizi (olası) bir sonuca doğru götürüyor.

Olay sırasında silah kullanan dört taraf var.

(1) İki polisi taksinin içinden açtıkları ateşle vuran ve sonra da minarenin olduğu sokağa doğru delicesine bir koşu tutturan iki PKK’lı. (Taksilerini durduran polisleri vurduktan sonra koşuya başlayıp bir daha silahlarını ateşlemedikleri anlaşılıyor.)

(2) İlk şoku atlattıktan sonra, kaçanların arkasından ve caddeden minareye doğru ateş açan polisler. (Atış hatlarında kaçanlardan başkaları, özellikle de biraz ilerilerinde basın açıklaması yapanlar vardı ve iki, en fazla üç atış yaptılar; minareye çok uzaktılar.)

(3) Üzerlerine koşarak gelen silahlı iki PKK’lının vurulması gerektiğini oldukça geç farkedip, onlar içlerinden geçer ve minareden sağa dönerek gözden kaybolana dek ateş açan, bu atışlar sırasında da 30 civarı mermi yakan, “basın açıklaması”nda görevli polisler.

(4) Tahir Elçi vurulduktan sonra barikatlardan çıkıp gelerek pozisyon alıp minare civarındaki polislere ateş açan PKK’lılar.

Mantık, Tahir Elçi’nin canını alan merminin, PKK’lılar içlerinden geçip giderken ve Elçi’nin sığındığı minare ayaklarından saga dönüp kaybolana kadar arkalarından ateş açan, “basın açıklaması”nın güvenliğini üstlenmiş polislerden birinin silahından çıkmış olması gerektiğini söylüyor.

Yani Elçi muhtemelen, bu hiç hesaplanmamış ve hesaplanması da mümkün olmayan kargaşanın kurbanı oldu ve yanlışlıkla vuruldu.

Elçi’yi vuran mermi bulunmadıkça veya hiç hesapta olmayan bir kanıt ya da bir ifade ortaya çıkmadıkça, gerçeği kesin olarak bilemeyeceğiz ki, özellikle merminin bulunması bu saatten sonra pek mümkün gözükmüyor.

Ancak o günden bu yana sayısız haber servis edildi ve özellikle de hükümet yanlısı basın tarafından yayıldı.

Bu haberlerde, olayın çekilmiş filmlerini “gören”, planlanmasından “haberdar” olan, bire bir “şahit” olduğunu söyleyen, ateş ettiğini “itiraf” eden ve her seferinde polisi değil PKK’yı suçlu gösteren (ki dolaylı da olsa suçlu PKK, ama direkt olarak değil) itirafçılar söz konusu.

Neredeyse her ay yeni bir senaryo ortaya atılıyor, ama pek tutturulamıyor.

Olaydaki tesadüflerin tesadüften başka bir şey olmadığını inkâr edebilmenin yolu aranıyor, bulunamıyor, ama yine de ısrarla deneniyor.

Hükümet yanlısı medya için Tahir Elçi, PKK tarafından düzenlenen bir suikastin hedefi oldu.

Sebep ise senaryoya göre değişiyor.

Bunlara göre Tahir Elçi, bazen PKK’yı eleştirdiği için hedef alınmış, bazen ise sırf infial uyandırıp karışıklık çıkarmak için kurban edilmiş oluyor.

Muhtemelen gerçek hiçbir zaman tam olarak bilinemeyecek ve Tahir Elçi — tıpkı fikir ve ifadelerindeki gibi — iki taraftan birine ait olmayıp, oldurulamayıp, arada gidip gelecek.

Değişmeyecek, sabit duran ve eninde sonunda kabul edilecek tek gerçek ise Tahir Elçi’nin ölümünün asıl müsebbibinin son tahlilde PKK  olduğu. Bu son terör dalgasını başlattıkları ve ifade edilenlerden tümüyle başka sebeplerle başlattıkları için.

Şu “ifade edilenlerden başka sebepler”in incelenmesi ise, bir sonraki yazıya…

- Advertisment -