AK Parti içinde yaşanan Davutoğlu krizine farklı bir noktadan bakıyorum. Krizin, geciken değişimin yarattığı anominin oluşturduğu zeminde muhafazakarlığın iki farklı yorumundan kaynaklandığını düşünüyorum.
AK Parti 14 yıldır iktidarda olmasına rağmen hâlâ toplumun yönetim mekanizmalarını değiştirecek bir sistem yaratamadı. Bu da varoluşsal bir boşluk yarattı. Bu boşluk, hem gizli gündemleri doğrultusunda değişimi istismar etmek isteyen (Cemaat gibi) karşıtlarına uygun zemin sundu, hem de eski sistemin verili kodları ile yeni sistemin vizyoner perspektifi arasında kalan aktörler arasında kriz ve sürtünme oluşturdu.
Kendi kodlarını dayatan hegemonlar
2007 Cumhurbaşkanı seçimine kadar AK Parti iktidardaydı, ancak muktedir değildi. Çünkü sisteme hükmeden hegemon güçler kendi kodları dışında düşünmesine izin vermiyordu. AK Parti’yi kendi çizgilerine getirebilmek, sistem değiştirme arzusunu kırabilmek için lokal darbe süreçleri planlandı. AK Parti bu güçlerin üstesinden nasıl gelecekti? Bu yıllarda asıl soru buydu.
AK Parti 2007-2010 yılları arasında sisteme hükmeden hegemon yapılara karşı mücadele başlattı. Derin yapı ve güçlerin teşhir edilmesi, Ergenekon dâvâsı, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, darbelerden hesap soracak düzenlemelere gidilmesi, vesayet kurumlarının yasal olarak sınırlandırılması bu dönemde gerçekleşti. Hegemon aktör ve kurumlar cezai prosedürlerle geriletildi.
Siyasal anominin alacakaranlığı
2010 yılına gelindiğinde statüko yeterince teşhir edilmiş, güçten düşürülmüştü. Artık Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasına, yeni bir sistem inşasına başlanabilirdi. Ancak bunun için anayasa değişikliği ve yeni bir toplum sözleşmesi gerekiyordu.
AK Parti tarihî hatayı burada yaptı. Yeni sistem inşası için kolları sıvamak yerine, anayasa değişikliğini komisyona havale ederek havanda su dövülmesine neden oldu. Yeni toplumsal sözleşme ve anayasa için değiştirici ve dönüştürücü kampanyalar ve aktiviteler planlayamadı.
Bir de araya Cemaatle yaşadığı kriz girince, sistem değişikliği altı yıl gecikti. Böylece oluşan toplumsal ve siyasal anomi hali alacakaranlıkta kaldı. Yeni anayasa ile yeniyi kurumsallaştıracak hukuki altyapı inşasına geçilemedi.
Değişememenin yarattığı çürüme riski
Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasında gecikilmesi, eski değer yargıları ile yeni sürece girilmesi garabetini; değişimin yozlaşması, çürümesi ve istismarına uygun bir zemini doğurdu. Bu da kurumların işlevsizleşmesine, kurumlarda “ne olacak?” belirsizliği yaşanmasına, Türkiye üzerinde hesabı bulunan dış aktörlerin içeride etkili operasyonlar yapabilmesine, kurumlar arası rol kavgalarına (2012 MİT krizi), sistemi oluşturan aktör ve kuruluşların reorganize edilememesine sebebiyet verdi. Durkheim’in ifadesiyle siyasal arenada bir anomileşme oluştu; ancak bu anomileşme karizmatik liderlik sayesinde “sürdürülebilir” kılındı.
Muhafazakârlığın iki farklı yorumu
Bir türlü değişmeyen sistem, AK Parti’de sistem değişikliği talep eden aktörler ile sistem içinde muhafazakâr kalmak isteyen aktörleri de karşı karşıya getirdi. Bu karşı karşıya geliş, aynı zamanda muhafazakârlığa yüklenilen anlam üzerinden gerçekleşti. Erdoğan’ın öncülüğünü yaptığı, parti içinde ezici çoğunluğu oluşturan siyasal elit, her zaman yenilikçiliği muhafazakârlığın önüne koyan “yeni muhafazakârlık” taraftarı oldu. Bunu bir tür Anglo-Sakson muhafazakârlığı, muhafazakâr liberalizm, özü değişimle dinamik kılma arayışı olarak da çerçeveleyebiliriz.
Gül ve Arınç’ın öncülüğünü yaptığı, parti içinde azınlıkta kalan diğer siyasal elit ise, daha çok “muhafaza etmek için değişimi” içeren tedbirli değişimden yana oldular. Nihayet bu iki çizginin beslediği tavırlar, tutumlar, itirazlar ve farklı yorumlar Davutoğlu krizinde karşı karşıya geldi.
Yapıya karşı çıkan asi
Erdoğan bir tür akış halinde olma rolünü oynarken, Davutoğlu yapıya karşı çıkan “asi” niteliğine büründü. Yeni muhafazakâr zihniyet Türkiye’yi yeniden yapılandırmak isterken, Gül – Davutoğlu çizgisi istikrarı ve kurumlaşmayı değişimin önüne koydu. Nihayetinde bu karşıtlaşmanın bir problem üretmesi kaçınılmazdı.
Kriz, evet, bir yönüyle, eski ile yeniyi içinde barındırnası itibariyle “sistemsel”dir. Ancak değişime, sistem değişikliğine yüklenen anlam yönüyle de “değersel”dir. Her ne kadar kimse seslendirmese de bir tür muhazafakarlığı farklı yorumlayan iki çizgi ile karşı karşıyayız. Bu farklılığı otoriter muhafazakarlık, liberter muhazafakarlık şeklinde kavramsallaştırırsak hata yaparız.
Acil çözüm isteyen altı başlık
Dünyadaki siyasi değişim deneyimleri göstermiştir ki, sistem değişikliğine giderken sistemi yıkmakta büyük iştah gösterenler, aynı iştahı yeni sistem inşasında gösteremeyebilmektedir. Yine statükoyu yıkmakta uzlaşan aktörler, yeni sistemi inşa etmekte pekâlâ uzlaşmayabilirler. Dolayısıyla yeni sistem inşasında, yıkıcı-inşacı aktörler arasında problem çıkması büyük olasılıktır.
Bunun AK Parti içinde de yaşanmaması eşyanın doğasına aykırı olurdu. Ancak bu görüş ayrılığı değişememe, dönüşememe krizine dönüşürse, bir değişememe çürümesi başgösterir. Kişisel görüşüme göre Türkiye’nin aşırı kutuplaşması, esas kaynağını buradan almaktadır. AK Parti değişememe krizi yaşamak istemiyorsa, değişimin çürümesi ve yozlaşması tehlikesiyle karşı karşıya gelmek istemiyorsa, şu altı konuda acil ve hızlı adımlar atmak zorundadır.
(1) Yeni anayasa ve yeni sistem inşası.
(2) Cemaatin tasfiyesi.
(3) Kamunun yeniden yapılandırılması.
(4) Yargı bağımsızlığı.
(5) Şeffaflığın sağlanması.
(6) Kürt ve Alevi sorunlarının çözülmesi.
Kurumları kurum yapan gelenekler
Kamunun yeniden yapılandırılmasına bir ara-parantez açmam gerekecek. Çok radikal bir kamu reformuna ihtiyaç var. Ordu, polis, istihbarat, Devlet Planlama Teşkilatı, Sağlık, Tarım, Eğitim, İçişleri gibi bakanlık teşkilatları yeniden yapılandırılmalı; daha etkin, daha işlevli hale getirilmeli. Bunun için başarıyı koruyan ve teşvik eden, kamu çalışanlarını performans değerlendirmesi üzerinden gözleyen, ast-üst yapılanması ve terfi ilişkilerini verimlilik kriterlerine bağlayan yeni bir zihniyete ihtiyaç olacak. Yıllardır aynı örgütlenme şeması içinde, aynı değer yargılarıyla hareket eden kurumlarda oluşan statükolaşma ve alışkanlıklar, yeni Türkiye’nin istediği hizmet ve kaliteyi sağlayamaz. Ancak kurumlarda yeniden yapılanmaya giderken gelenekleri, kurumları kurum yapan değerleri, kurumsal hafıza ve kodları da bir tarafa atmamak gerekir. Yoksa kurumlar dejenere olur.
İdeolojik katılaşma kaybettirir
AK Parti’nin önünde sistem değişikliğini hızlandırmak, tamama erdirmek dışında bir seçenek bulunmuyor. Ancak AK Parti bunu yaparken, zorluklara karşı birlikte verilen yanıt ile karşı itirazı sapkınlık olarak tanımlayan tutum arasında anlamlı ve tanımlanabilir bir mesafe yaratmalıdır. Bunu yapamazsa kendisine özeleştirel bakamaz. AK Parti’yi bekleyen temel tuzaklardan biri de budur.
AK Parti artık eski düzeni yok eden bir güçmüş gibi hareket edemez. Yeni bir düzen kuran bir güç gibi hareket etmeli. Yıkıcı çalışması yapıcı çalışmasından çok daha inandırıcı olmamalı. Yapıcı çalışmayı yürütürken de bizi bizzat yıktığı şeyleri geri getirmeye götürmemeli.
AK Parti iki dönemi geride bıraktı. İlki statükoyu teşhir dönemiydi. İkincisi restorasyon süreciydi. Üçüncü dönem ise inşa sürecidir. Altı yıl önce tamamlanması gereken bu süreç ideolojik bir katılaşmaya evrilirse hepimiz kaybederiz.