Kitabımda ve çeşitli yazılarımda, Türkiye’de yaşanan sürecin, tarihsel gelişme diyalektiğimize özgü, zamana yayılarak gelişen bir burjuva devrimi süreci olduğunu söylüyorum. Bu süreç içinde şu an içinde bulunduğumuz dönem, Osmanlı yüzyıllarında “reaya”; sonra Tanzimat’la birlikte “devletin vatandaşı”; Cumhuriyet döneminde ise “halk” diye anılan (ama “Türkiye’nin zencileri” gibi görülen) insanların, devletin ele geçirilmesine paralel olarak, yeni Türkiye’yi inşaya yönelik insiyatifi ikinci plana itip süreci raydan çıkararak onu reaksiyona dayalı popülist bir zemine çekmeleri şeklinde tanımlanabilir.
Devrimin kendi yolunda ilerlemesi, yani yeni bir Türkiye’nin inşası süreci, öyle eskinin içinde bir reaksiyon olarak ortaya çıkan güçlerin tepkisiyle gelişemez. Yeni bir toplumun inşasını, ancak yeni bir üretim ilişkileri sistemini temsil eden bir sivil toplum başarabilir.
Şimdi şu “kutuplaşma” ortamına bakarak, “peki hani nerede bizde o sivil toplum” diyebilirsiniz. İşte “tarihsel uzlaşma” anlayışının önemi tam bu noktada ortaya çıkıyor.
Tarihsel uzlaşma nedir ? Bu konuda ben de çok yazdım, ama bir de Yasin Aktay’ın şu makalesini okuyun: http://www.marmarayerelhaber.com/yasin-aktay/67574-tunus-bir-muzakereci-demokrasi-deneyimi-mi
Sivil toplum bizde tarihsel uzlaşmayla ortaya çıkacaktır, çıkmaktadır diyoruz. Birçok insan bugün, şu an, hep mücadelenin eskinin içinde cereyan eden o kısır yanını gördüğü ve süreci sadece “medeniyetler mücadelesi” yanıyla — iki kültür arasındaki çatışma yanıyla — kavradığından, “taraf olmayan bertaraf olur” anlayışıyla kutuplaşmada taraf haline geldiğinden, bütün bu çatışmaların içinden çıkan sentezi, o melez-gri Türkiyeli insan tipini görmekte zorluk çekiyor.
Peki, nerede bu melez insanlar? Bugün Türkiye’de beyaz-siyah çatışmalarının içinden çıkıp gelen çok-kültürlü melez insan tiplerinden oluşan sivil toplum unsurları, sistemin bütün elementlerinin (yani bireylerin, hattâ birbirini yok etmek isteğiyle çatışan unsurların bile) içindeki potansiyelde gizli. Senin, benim, hepimizin içinde varolan sağduyunun, birlikte yaşamaktan başka alternatifin bulunmadığı hissinin, bu duygusal zeminden beslenen demokrasi anlayışının yönlendirdiği insan unsurudur o. Ne zaman ki „taraflar” bu işin birbirlerini “yok ederek” bir sonuca bağlanamayacağını görecek; işte o an birlikte yaşamın koşullarının neler olduğu ortaya çıkmaya başlayacak.
Soruyorum şimdi; artık bundan sonra sil baştan geriye dönüp“beyazların” Türkiye’sini yeniden inşa etmek — bu anlamda bir restorasyon — mümkün müdür?
Hemen ikinci bir soru: Ya da tersi mümkün müdür? Bazılarının rüyasını gördüğü şekilde “yüz yıllık parantezi kapatarak,” son yüz yılı — aslında iki yüz yılı — yaşanmamış kabul edip, sürece II. Abdülhamid’in bıraktığı yerden devam ederek, Türkiye’nin diğer yarısını da “siyaha” boyayarak yola devam etmek mümkün müdür?
Benim her iki soruya da cevabım “hayır” olacak. Çünkü yeni bir sivil toplum gücünün, buna bağlı olarak da yeni bir Türkiye’nin inşası, artık Türkiye toplumu için varoluşsal bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Artık bu, bir süre daha ertelenmesi mümkün olmayan bir sorundur. Bu nedenle, sürece “beyaz-siyah” etkileşmesinin sentezi olarak oluşan yeni insanların el koyması, yani tarihsel bir uzlaşma ile ortaya çıkan sivil toplum gücünün insiyatifi ele alması kaçınılmazdır.
Burada altı çizilen “sivil toplum” ve “tarihsel uzlaşma” anlayışı, hiçbir şekilde “beyazlar“ ile “siyahlar“ın mekanik bir toplamı değildir. Ben bir kültürden, birbirinin varlığını tanıyarak sahip olunacak sinerjiden, sentezden bahsediyorum. Çok-kültürlülüğü içselleştiren, içselleştirmek zorunda kalan insanların, hem zorunlu hem de doğal birliğinden bahsediyorum. Başka türlüsü olamayacağı için, yaşamı devam ettirme mücadelesinin zorunlu kıldığı yeni bir kimlikten bahsediyorum.
—————————-
(*) Bkz http://www.milliyet.com.tr/fazil-say-dan-cumhurbaskani-gundem-2815729/