Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIFeyruz: Bir Sesin Vicdana Dönüşen Hikâyesi

Feyruz: Bir Sesin Vicdana Dönüşen Hikâyesi

1980’lerde İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi Feyruz’u derinden sarstı; bu dönemde vatan sevgisiyle dolu eserler besteleyerek işgale karşı halkının sesini dünyaya duyurmaya çalıştı. 1984’te oğlu Ziyad Rahbani’nin düzenlemesiyle seslendirdiği “Li Beirut” (Beyrut İçin), harap olmuş başkente adanmış unutulmaz bir ağıt oldu. Bu şarkıyla Feyruz, Beyrut’un acısını kendi sesiyle sembolleştirdi ve o dönemde Lübnanlılar için bir umut ve direnç simgesine dönüştü.

Bazı sesler vardır; bir halkın yitirdiklerinden çok, hâlâ direnebildiği şeylere işaret eder. Feyruz’un sesi de işte o seslerdendir. Ne bir marşın gürültüsüyle duyuruldu ne de bir bildirinin keskin diliyle konuştu; ama her şarkısıyla Filistin’in işgaline, Lübnan’ın bölünmesine ve Arap halklarının onurunu zedeleyen zillete sessizce karşı koydu. Sessiz bir ağıt, duru bir dirençti onunki.

  1. yüzyılda Arap coğrafyası sınırlarla çizildi, darbelerle sarsıldı, petrol anlaşmalarıyla bölündü. Ama tüm bu sınırların, rejimlerin ve ittifakların dışında kalan bir tek ses vardı: Feyruz. Lübnan’dan Fas’a, Kudüs’ten Şam’a kadar, herkesin devleti çökerken bile sığındığı bir liman.

Şarkı söyleyen bir kadın nasıl bu kadar güçlü olabilir? Belki de cevabı burada gizliydi: O bir “Devlet” kurmadı ama halkların birbirine sarılabildiği yegâne temsildi. Bağırmadı ama herkes onu duydu. Çünkü sesinden önce, duruşu vardı. Bazen yalnızca susarak, bazen hiçbir tarafa angaje olmadan bütün taraflara ayna tutarak… Feyruz, sadece bir sanatçı değil; kolektif bir vicdanın, bir halk onurunun ve Arap entelijansiyasının en kırılgan ama en sarsılmaz direniş biçimiydi.

Temsil, yalnızca siyasetin değil, sanatın da en kırılgan meselesidir. Hele ki temsil edilen halk bastırılmış, parçalanmış, sürülmüşse… O halk için konuşmak da susmak da politiktir artık. Feyruz, işte bu zorlu eşiğin üzerinde yürüdü. Ne muktedirin sesi oldu ne de muhalifin sloganına sığındı. Onun sesi devletsizlerin sesi, suskunluğu ise kuşatılmış bir coğrafyanın en yüksek çığlığıydı. Bir halkın kaderini anlatmak için belki de en doğru kelimeyi hiç söylemeyen bir kadındı. Ama onu herkes anladı.


Bir Avluya Sığan Dünya: Erken Yaşamı ve Ailesi

1935 yılında Lübnan’ın Cebel-i Lübnan bölgesinde, Fransız Mandası altındaki Beyrut’un Zuqaq al-Blat mahallesinde, yoksul ama onurlu bir evde dünyaya geldi. Doğduğunda adı Nouhad Haddad’dı. Babası Mardin kökenli bir Süryani Katolik olan Vadi Haddad, annesi ise Lübnanlı bir Maruni Hristiyan olan Liza Albustani’ydi. Aile, avlulu bir evin tek odasında yaşıyordu.

Dünya ise o yıl bambaşka bir karmaşanın içindeydi: Avrupa’da faşizm yükseliyor, Mussolini Habeşistan’ı işgal ediyor, Hitler Almanya’sı silahlanıyor; Arap coğrafyası ise çöken Osmanlı’nın ardından Batılı mandaların çizdiği yapay sınırlarla bölünüyor, din ve mezhepler üzerinden parçalanıyordu.


Lübnan, tarihten çok konvansiyonel pazarlıklarla şekillenen bir mozaikti. Kimlikler bir inançtan ziyade siyasal pozisyonlara indirgenmişti. Maruniler, Dürzîler, Sünnîler, Şîîler, Ortodokslar… Her biri kendi alanına çekilmiş, ortak bir gelecek tasavvuru yerini parçalı varoluşlara bırakmıştı. Feyruz’un çocukluğu, bu bölünmüşlüğün mikrokozmosu sayılabilecek bir mahallede geçti.

Çocukken içine kapanıktı, sessizdi. Ancak yaz tatillerinde gittiği dağ köyünde büyükannesine yardım ederken, su taşırken mırıldandığı şarkılar onun içindeki sesi dışarıya taşırdı. Henüz okul çağındayken söylediği bir ilahiyle dikkat çekti. Bu sadece sesin güzelliğiyle açıklanamazdı; onda aidiyetin ötesine geçen, sınırlara sığmayan bir tını vardı. Onu ilk keşfeden müzik öğretmeni Muhammed Flayfel, bu genç kıza sesi kadar sessizliğinin de güçlü olduğunu fark etti ve onu konservatuvara yönlendirdi. Sesini koruması, taşıması ve büyütmesi için ona özel tavsiyelerde bulundu.

Kısa sürede Beyrut Radyosu’nun efsanevi müzik direktörü Halim El-Rumi’nin dikkatini çekti. El-Rumi, onu radyo korosuna aldı ve ona sahne adı olarak “Feyruz” (Turkuaz) ismini verdi. Bu isim, onun sesinin berraklığına ve ruhundaki sakin ihtişama işaret ediyordu.

Genç yaşta Beyrut Radyosu’nda solistlik yapmaya başladı ve burada Rahbani kardeşlerle tanıştı. Bu yalnızca bir müzikal birliktelik değil, aynı zamanda entelektüel ve ideolojik bir ortaklıktı. Rahbaniler Batı taklitçisi bir çizgide değil, Doğu’nun kendi sesini, kendi dilini yeniden kurma çabasında olan Arap aydınlarının safındaydılar. Feyruz, bu sesin sadece yorumcusu değil, taşıyıcısı ve dönüştürücüsü olacaktı.


Arap Dünyasının Radyosunda Doğan Devrim

Feyruz’un sesi ilk kez duyulduğunda, Arap coğrafyası çoktan parçalanmıştı. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla Filistinliler topraklarından sürülmüş, 1950’lerde Cemal Abdunnasır’ın öncülüğünde Pan-Arap idealler yükselmiş, ancak 1967’deki Altı Gün Savaşı bu ideallere büyük darbe vurmuştu. Lübnan ise Doğu ile Batı arasında sıkışmış, mezhebi ayrışmalarla bölünmüş bir minyatür devlete dönüşmüş; görünürde sakin ama içten içe bir patlamaya yaklaşan bir toplumdu. Ancak bu ses kısa sürede Lübnan’ın mezhep duvarlarını, sınırlarını, hatta kıtalarını aştı. Çünkü Feyruz’un sesi, herhangi bir dini, mezhebi, ideolojiyi yücelten değil; tüm bunların ötesinde bir yerden, insanın derinliklerinden konuşan bir sesti. Tam da bu yüzden, kimse onu tam olarak sahiplenemedi ama herkes onda kendinden bir şey buldu.

Feyruz, 1950’lerin başından itibaren Lübnan Radyosu’nda koristlik yaparak müzik kariyerine adım attı. Kısa süre içinde radyoda tanıştığı besteci Assi Rahbani ve kardeşi Mansour Rahbani ile yaratıcı bir iş birliği başladı. Rahbani kardeşlerin Feyruz için bestelediği üçüncü şarkı “Itab”, 1952’de yayımlanır yayımlanmaz büyük sükse yaptı ve Feyruz’u tüm Arap dünyasında tanınan bir yıldız haline getirdi. 1955’te Feyruz ve Assi Rahbani evlendi; Feyruz bu evlilikle eşinin inancını benimseyerek Rum Ortodoks mezhebine geçti. Çiftin ilerleyen yıllarda dört çocuğu oldu: Müzisyen Ziyad (1956-2025), kızı Layal (1960-1988), oğlu Hali (1958, çocukken menenjit geçirdiği için engelli kaldı) ve kızı Rima (1965).

1957’de Lübnan Cumhurbaşkanı Camille Chamoun himayesinde düzenlenen Baalbek Uluslararası Festivali’nde Feyruz ilk büyük konserini verdi. Sahnede sergilediği bu performansın ardından “Cavalier” Sanat Ödülü’ne layık görüldü ve artık ülkenin kültürel vitrininde parlayan bir yıldızdı.

1960’larda Rahbani kardeşlerle birlikte sayısız operet, müzikal ve film projesine imza atan Feyruz, Lübnan müziğine yenilikçi bir soluk getirdi. O dönemde Arap dünyasında hâkim olan uzun soluklu Mısır tarzı şarkılara karşılık, Feyruz ve Rahbani’ler Lübnan lehçesinde, folklorik ögeler ile batı melodilerini harmanlayan daha kısa ve modern parçalar ürettiler. Bu yaklaşım, modern Lübnan kimliğinin müzik yoluyla inşasında önemli bir rol oynadı ve Feyruz’u “Lübnan şarkıcılığının First Lady’si” konumuna yükseltti.

Feyruz’un sesi yalnızca aşk ve doğa temalarını değil, aynı zamanda toplumsal ve vatansever duyguları da dile getirdi. Kariyeri boyunca ergenlik sevdasından ülke sevgisine, hatta Noel ilahilerine kadar geniş yelpazede konuları müziğine taşıdı. 1957’de Rahbani’lerle birlikte çıkardığı “Rajjour” (Döneceğiz) albümünü Filistinli mültecilere ithaf etti. 1967’deki Altı Gün Savaşı sonrasında kaydettiği “Zahrat al-Mada’in” (Şehirlerin Çiçeği) ve 1972’de seslendirdiği “Al Quds fi al Bal” (Kudüs Kalbimde) gibi eserlerle Filistin davasına duyarlılığını ortaya koydu; bu şarkılar derin bir yara alan Arap vicdanına sesleniyordu.

Feyruz’un müziği böylece sadece romantik bir nostalji değil, aynı zamanda barış ve dayanışma mesajlarının da taşıyıcısı oldu. Bu özelliğiyle, Mısır’ın Ümmü Gülsüm’ü nasıl pan-Arabizm ruhunu temsil ettiyse, Feyruz da Lübnan özelinde ulusal bilincin bir sembolü haline geldi.


Pan-Arab Dünyada Bir Efsane

1960’lardan itibaren Feyruz’un ünü Lübnan sınırlarını aştı; sesi önce Arap coğrafyasına, oradan da dünya sahnesine yayıldı. 1971’de çıktığı büyük Kuzey Amerika turnesi, Arap diasporasını ve Batılı dinleyicileri bir araya getirerek büyük başarı kazandı. Feyruz bu tarihe kadar komşu ülkelerden Avrupa ve Amerika’ya dek birçok ülkede konserler verdi; Paris Olympia, Londra Albert Hall ve New York Carnegie Hall gibi prestijli salonlarda sahne aldı. Onun eşsiz canlı performansları, ancak Ümmü Gülsüm ile mukayese edilebilecek düzeyde görülüyordu.

Bu uluslararası başarı, Lübnan’ın “Doğu’nun Arpı” ve “Lübnan’ın Sesi” olarak anılan sanatçısını tüm Arap dünyasının ortak değeri haline getirdi. Feyruz, Arap dinleyicileri kadar farklı kültürlerden insanları da büyüleyen, melankolik ve akıcı bir sese sahipti. Repertuvarındaki yüzlerce şarkı ve oynadığı onlarca müzikal, Lübnan’ın altın çağını ve köy hayatının romantik imgesini yansıtıyordu. Şarkılarında zeytin ağaçları, yaseminler, üzüm bağları ve pınarlar eşliğinde neredeyse masalsı bir Lübnan tasviri sundu. Bu idealize edilmiş vatan imgesi, özellikle iç savaş sonrası gerçeklerle kıyaslandığında hüzünlü bir nostalji barındırır; Feyruz’un seslendirdiği o “Kaybolan rüya”, bugün hâlâ milyonlarca hayrana ortak bir özlem duygusu aşılamaktadır.

Özellikle 1970’lerde Baalbek’te sahnelenen müzikal oyunlarda, Lübnan tarihinden kahramanlar ve köy yaşamının kozmopolit havası sahneye taşındı. Bu oyunlar, geleneksel halk dansı dabkenin de sıkça kullanılmasıyla, farklı mezheplerden Lübnanlıların yan yana durabileceğini simgeleyen bir kültürel birlik mesajı veriyordu. Feyruz böylece folkloru modern sahne sanatlarıyla buluşturarak ülkesinin tarihini ve birliğini müziğin diliyle anlatan bir milli simge haline geldi.


Savaşı Susturan Ses: İç Savaşta Direniş

1975’te Lübnan’da patlak veren iç savaş, ülkeyi 15 yıl boyunca parçalara bölerken Feyruz ulusal birleştirici rolünü pekiştirdi. Savaşın başlangıcında Beyrut’ta bir müzikalin (Mais el-Rim) gösterimindeyken çatışmaların çıktığı rivayet edilir. Pek çok sanatçı ve vatandaş can güvenliği için ülkeyi terk ederken Feyruz, gelen ısrarlı davetlere rağmen Lübnan’ı terk etmeyi reddetti ve savaş süresince ülkesinde kaldı. Bu dönemde hiçbir milis grubun veya siyasi fraksiyonun etkinliğinde sahne almadı; hatta 1975’ten 1990’da iç savaş sona erene dek Lübnan’da halka açık konser vermeme kararı alarak tarafsızlığını korudu. Yine de ülkesini uluslararası platformlarda temsil etmeyi sürdürdü; dünya çapındaki konserlerinde Lübnan’ın sesi olmaya devam etti.

Feyruz’un bu “Aktif tarafsızlık” tutumu, şarkılarının tüm cephelerde yankılanmasını sağladı. Gerçekten de iç savaş sırasında cephe hattının her iki tarafında da onun ezgileri radyolardan yükseliyordu; düşman milisler bile ateşkes anlarında Feyruz dinlemekte ortaklaşıyordu. Bu benzersiz durum, onun sesini adeta savaşın durduğu, ortak bir dua anına dönüştürdü. Bir yorumcunun ifadeleriyle, savaş yıllarında “Ancak Feyruz’un büyülü sesi radyodan yükseldiğinde çatışmalara kısa bir ara verilirdi”.

Feyruz’un iç savaş sırasındaki tutumu, dini ve siyasi ayrılıkların ötesinde bir ulusal birlik sembolü doğurdu. Hristiyan bir aileden gelmesine rağmen özellikle savaş döneminde Hristiyan sağcı Falanjist milislere yakın durmadığı, aksine ezilen halkların ve sol tandanslı Arap davalarının yanında olduğu gözlemlendi. Örneğin, Lübnan’da sağcı yönetimin baskısına rağmen 1969’da Cezayir Devlet Başkanı Huari Bumedyen onuruna verilen özel konser davetini “Ben hiçbir zaman bir birey için şarkı söylemem, her zaman halklara şarkı söylerim” diyerek geri çevirmesi onun ilkeli duruşunun erken bir işaretiydi. Bu olay üzerine Lübnan hükümeti Feyruz’un şarkılarını radyolarda altı ay süreyle yasakladı, ancak bu ceza halkın sevgisini azaltmadığı gibi Feyruz’un popülaritesini daha da arttırdı. Benzer şekilde 1975’te İran Şahı’nın Beyrut ziyaretinde sarayda konser verme talebini de reddettiği ve yine ilkelerini maddi kazanca tercih ettiği bilinmektedir.

Onun bu tavizsiz duruşu, sanatını iktidar sahiplerinin propaganda aracı yapmama konusundaki kararlılığını gösteriyordu. Tarafsızlık siyaseti giderken bile Feyruz, zulme ve haksızlığa karşı vicdani tavrını müziğiyle dile getirdi. 1976’da Lübnan’daki Filistin mülteci kampı Tel el-Zaatar katliamının ardından yas tutanların acısını paylaşan ağıtlar seslendirdiği ve halkıyla birlikte yas tuttuğu anlatılır. 1980’lerde İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi Feyruz’u derinden sarstı; bu dönemde vatan sevgisiyle dolu eserler besteleyerek işgale karşı halkının sesini dünyaya duyurmaya çalıştı. 1984’te oğlu Ziyad Rahbani’nin düzenlemesiyle seslendirdiği “Li Beirut” (Beyrut İçin), harap olmuş başkente adanmış unutulmaz bir ağıt oldu. Bu şarkıyla Feyruz, Beyrut’un acısını kendi sesiyle sembolleştirdi ve o dönemde Lübnanlılar için bir umut ve direnç simgesine dönüştü.

Sanatçı bu yıllarda politik söylemlerden özellikle kaçındı; şarkılarında şiddete asla yer vermedi, din veya parti ayrımı gözetmedi. Bir müzik etnoloğunun belirttiği gibi, “Onun şarkılarında şiddetin zerresi yoktur; Feyruz hep barışı, huzuru ve hafifliği terennüm eder”. Bu sayede, iç savaş boyunca hem hükümet yanlısı radyolar hem muhalif yayınlar onun eserlerine yer vermeye devam ettiler. Feyruz, on yıllık kaos içinde “Tüm Lübnanlıların ortak duygusal sığınağı” haline gelmişti.

Onun sesi, iç savaşın ortasında kalanların acısını anlamlandıran, düşmanları bir araya getiren, suskunların dili olan bir ses oldu. Feyruz savaşın değil, savaşın ortasındaki insanların sesiydi.


Sesiyle Konuşan, Sessizliğiyle Anlatan

Feyruz’un hayatı ve sanatı, sadece bir müzik kariyerinden ibaret değildir. O, modern Arap dünyasında istisnai bir figür olarak yalnızca söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle de anlam kazanan nadir sanatçılardan biridir. Kariyeri boyunca sergilediği duruş, sanatının ötesinde özel hayatına ve kamusal tavırlarına da yansıdı; adeta bir ahlak pusulası gibi zamanın karmaşasında yön gösterdi.

Şöhretinin doruğundayken bile gösterişten uzak, neredeyse keşişâne bir hayat sürdü. Onu keşfeden Halim El-Rumi’nin verdiği “Feyruz” (Turkuaz) sahne adı bile onu mahcup etmişti. Zamanla tüm Arap dünyasının “Diva”sı olarak anılsa da o hiçbir zaman bir yıldız gibi davranmadı. Röportaj vermeyi, özel hayatını sergilemeyi, politik demeçlerle gündeme gelmeyi bilinçli olarak reddetti. Medyada görünmezliği seçti, ama halkın zihninde giderek daha çok yer etti.

Sahneye çıktığında abartılı hareketlerden ve büyük jestlerden kaçındı. Hareketsizliği, kimi zaman sahne korkusuna kimi zaman da şarkıyı bir ibadet gibi icra etme anlayışına bağlandı. Kendi sözleriyle, “Bedenimi hareket ettirmek yerine tamamen şarkıya odaklanmayı tercih ediyorum.” Bu duruş, onun sanatında taşıdığı tevazu, ciddiyet ve vakar ile bütünleşti. Sevenleri onun bu tavrını “Lübnanlı bir ananın edepli duruşu”na benzetti.

Feyruz’un suskunluğu da en az sesi kadar etkiliydi. Lübnan İç Savaşı yıllarında, milisler birbirini boğazlarken o konuşmadı ne kinadı ne onayladı. Ama hem Doğu hem Batı Beyrut’ta aynı şarkıları söyleyerek herkesin ne demek istediğini anlayacağı bir suskunluk sergiledi. O, kimsenin arkasına saklanmayan, kimseye sırtını dönmeyen bir vicdan mesafesinde duruyordu. Bu, tarafsızlıktan öte; taraf olmadan hakikati savunmanın bir biçimiydi.

Bu ilkeli tavır, özellikle devlet başkanları karşısındaki duruşunda açıkça görüldü. Cezayir Devlet Başkanı Huari Bumedyen için düzenlenen özel konsere katılmayı reddettiği gibi İran Şahı için sarayda sahneye çıkmayı da reddetti. Bu tutumu ona sansürler, baskılar ve eleştiriler getirse de hiçbir zaman geri adım atmadı.

2008 yılında Suriye’de verdiği konser de tartışma yarattı. Lübnan’daki Suriye karşıtı atmosfer nedeniyle bazı kesimlerce eleştirilse de Feyruz bu eleştirilere “Ben Suriye halkına şarkı söylemeye gidiyorum” diyerek karşılık verdi. Onun bu tutumu, halk ile iktidar arasına net bir çizgi çeken sanat anlayışının devamıydı.

Yaralı Bir Ülkeye Yeniden Nefes: İç Savaş Sonrası

İç savaş 1990’da sona erdiğinde, Feyruz uzun bir aradan sonra Lübnan’da ilk konserini 1994’te Beyrut’un kalbindeki Şehitler Meydanı’nda vererek ülkesine adeta yeniden can verdi. Yaklaşık 50 bin kişilik coşkulu kalabalık karşısında sahne alan sanatçı, savaştan yaralı çıkan ulusunu eski görkemine kavuşturma umuduna katkı sundu. Bu konser, farklı kesimlerden on binlerce Lübnanlıyı bir araya getirerek ulusal birlik ruhunu pekiştiren tarihi bir anıttı.

Sonraki yıllarda da Feyruz, politik kamplaşmaların arttığı dönemlerde bile tüm gruplarca saygı gören bir figür olmayı sürdürdü. Örneğin 2005’te Başbakan Refik Hariri suikastı sonrası ülkede Suriye karşıtı duygular kabarmışken bile, Feyruz’un 2008’de Şam’da sahne alması büyük bir tepki uyandırmadı; zira onun sanatı siyasetin üzerinde, milletin ortak değeriydi.

Feyruz 2011 yılında aktif sahne kariyerini noktalama kararı aldı; bu tarihten sonra neredeyse hiç canlı konser vermedi. Buna rağmen, sesi Ortadoğu’da ve dünyada yaşamaya devam ediyor. Sabahları Beyrut’tan Rabat’a Arapça radyo yayını açan herkesin kulağına ilk çalınan genellikle onun o billur sesidir. 2017’de yayımladığı son albümünden sonra yeni eser üretmese de genç nesiller onun şarkılarını televizyon yarışmalarında yeniden yorumlayarak yaşatıyor.

2020’deki büyük Beyrut Limanı patlamasının ardından Feyruz, sessizliğini sosyal medyada paylaştığı mesajlarla bozarak halkına sevgisini iletti ve acılarını paylaştı. Yine aynı yıl 85. doğum gününde, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Lübnan’a ziyaretinde ilk işi Feyruz’un evine gitmek oldu. Macron, ona Fransa’nın en yüksek nişanı olan Légion d’honneur madalyasını takdim ederken, “Feyruz bize umut veriyor… O acıyı ve zaferi tanıyan bir ülkenin sembolü” diyerek tüm dünyaya onun temsil ettiği ahlaki değeri selamladı. Bu ziyaret, Lübnan’ın kurtuluşunun siyasetçilerde değil, Feyruz gibi ortak vicdanlarda aranması gerektiğinin sembolüydü.

Bir Vicdanın Sessiz Zaferi: İnziva, Kayıplar ve Duruş

Özel hayatında da Feyruz her zaman gözlerden uzak kalmaya özen gösterdi. Eşi Assi Rahbani ile yarım asra yakın süren sanatsal ortaklığı, Assi’nin 1986’da vefatıyla son buldu. Bu zorlu dönemde Feyruz, ailesine ve müziğe tutunarak ayakta kaldı. Geçtiğimiz günlerde vefat eden büyük oğlu, besteci Ziyad Rahbani, özellikle 1980’lerden itibaren annesinin müzikal repertuvarını yenileyerek caz ve modern tınılar kattı; anne-oğul iş birliği yeni kuşaklara da ulaştı.

Ne var ki Feyruz, hayatında evlat acısıyla da sınandı: Kızı Layal 1988’de genç yaşta beyin kanaması nedeniyle hayatını kaybetti. Yıllar sonra ise geçtiğimiz ay (Temmuz 2025) oğlu Ziyad’ı 69 yaşında kaybeden Feyruz, Lübnan halkının geniş katılımıyla yapılan cenaze töreninde yine birleştirici bir figür olarak anıldı.

Hayatının ilerleyen döneminde dahi toplumsal meselelere duyarlı kalmayı sürdüren sanatçı, son olarak 2023’te Suudi Arabistan’da verilecek yüksek meblağlı bir kültür ödülünü ve konser davetini prensipleri gereği geri çevirdi. Basında yer alan haberlere göre Feyruz, Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin takdim edeceği ödülü almayı reddederek insan hakları sicili tartışmalı bu ülkenin kültürel yüzü olmayı istemedi. Bu tutum, onun “Sanatın ve sanatçının onurunu her türlü siyasi çıkara tercih eden” tavrının halen değişmediğini göstermesi açısından manidardır.

Bugün 89 yaşında olan Feyruz, inzivada bir hayat sürse de halen Lübnan’ın ve Ortadoğu’nun vicdanı olarak görülmektedir. Milyonlarca insan için o sadece bir şarkıcı değil, aynı zamanda savaşın harap ettiği bir ülkenin ortak hafızası, umut sembolü ve ahlaki pusulasıdır. Lübnanlılar ona sıklıkla “El-Arūsah” (gelin) veya “Lübnan’ın Annesi” gibi sevgi dolu lakaplar takarak sesini ülkelerinin ruhu ile özdeşleştirir.

Bir müzikoloğun deyimiyle “Arap müziğinin temel taşlarından biri, kültürün direği” olan Feyruz’un bu tanımı, genç kuşakların dahi her sabah onun şarkılarıyla güne başlamasıyla doğrulanmaktadır. Bugüne dek 1.500’ü aşkın şarkı kaydettiği, 80’den fazla albüm yayımladığı ve en az 20 müzikalde rol aldığı bilinmektedir. On yıllar boyunca Ürdün, Mısır, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerden devlet nişanları almış; 1986’da BM Filistin halkına yardım örgütünden barış madalyasıyla, 2020’de ise Fransa’nın en yüksek onuru olan Légion d’honneur nişanıyla ödüllendirilmiştir. Ancak onun için en büyük paye, halkının kalbinde kazandığı yerdir.

Sonuç olarak Feyruz’un yaşam öyküsü, sanat ile vicdanın nasıl bütünleşebileceğinin adeta ders niteliğinde bir örneğidir. Kökleri bir imparatorluğun küllerinden doğan genç Lübnan devletine uzanan bu kadın, mütevazı bir ailenin utangaç kızı iken sesinin gücüyle dünyayı kendine hayran bıraktı. Sesi bombaların bile susturamadığı bir umut türküsü oldu; duruşu, güç odaklarına boyun eğmeyen onurlu bir sanatçı profili çizdi. Hem sanatıyla hem de insani tavrıyla Feyruz, örnek, ibret ve ilham alınacak bir yaşam sürdü. Onun hikâyesi, Ortadoğu’nun çalkantılı tarihinde insanlığın ortak değerlerine sığınabileceğinin bir kanıtı olarak sonsuza dek hatırlanacaktır.

- Advertisment -