Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIFiller minnacıktı, parmağım kadardı…

Filler minnacıktı, parmağım kadardı…

Hayvanat Bahçesi’de çekilen mutlu aile fotoğrafların istisnası, en hüzünlüsü Sevgi Soysal’dan… Soysal kanser olduğunu gecikerek öğrenince mırıldanıyor: “Benim annem 37 yaşında kanserden öldü, ben de 40’ıma gelmeden öleceğim… Çocuklarım küçücük, ne yapmalıyım ki beni hatırlasınlar?” “Çocuklar Hayvanat Bahçesi’ni çok severler” diyerek filin yanında fotoğraf çektiriyor. Çocuklar koskoca bir filin yanında duran annelerini hiç unutmaz değil mi? Arkadaşlarına derler ki, “Filin yanındaki benim annem”.

Ankara Atatürk Orman Çiftliği bünyesindeki Hayvanat Bahçesi, bir zamanlar çoluk çocuk ailelerin, öğrencilerin, 7’den 70’e herkesin ana adreslerinden birisi. Büfeleri, tahta masaları, bankları, korusuyla bir bakıma mesire yeri de…

Önceki yazılarımda değindiğim kapatılan ve dönüştürülen Gençlik Parkı’nın yanısıra, Hayvanat Bahçesi de Melih Gökçek’in yine inanılmaz manevralarla yok ettiği bir mekân. Önce “Yerine Safari Park yapılacak, hayvanlar rahat rahat dolaşacak” diye başlıyor vaatler… Ardından “Pelüş Hayvanat Bahçesi yapacağız” ayarıyla sürüyor, “kamuoyu alıştırma yoklama”sı.

Çin’den mi ne gelecekmiş, hem de yanından geçerken sensörüyle “tıpkı canlısı gibi hareket edip, ses çıkaracakmış” pelüş oyuncaklar: “Dünyadaki tüm hayvan türlerinin kumaştan veya pelüşten maketleri”… “Neyse ki bu kez yargı engelledi” diyoruz ama Pelüş Hayvanat Bahçesi’nin muhtemel sakinleri, halen çürüyen yüzlerce milyon dolarlık AnkaPark’a fiber ya da şişme hayvanlarla, gorillerle filan yerleştiriliyor sonradan.

Vaatler uçuşuyor havada… Gölbaşı’na da el atılıyor. Beton dökülen alan çoğalınca, köşe bucak “temizlik”le gölün çevresindeki, dolayısıyla göldeki doğal doku bozulunca, çevreciler itiraz ediyor tabii… Ama ona karşı da “uçan vaat” hazır: “Gölbaşı’nda bir kuş adası olacak…” Sonra ara ki bulasın.

Hangi birine itiraz edeceksin?

Millet, muhalefet, sivil toplum örgütleri bu vaat-icra’at bombardımanın hangisine itiraz edeceğini şaşırırken, yönetimi AOÇ yetkisinde olan Hayvanat Bahçesi, 2011’de Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne devrediliyor. İki yıl bakımsızlıktan perişan bir hâle geldikten sonra, 2013 yılında usulca kapatılıyor.

Zaten AOÇ’den arazi kapma manevraları da alıştıra alıştıra… Önce spor kulüplerinin kirada oturduğu arazilerin onlara verilmesiyle aralanıyor kapı. Ses getiren bir itiraz yok, olsa da nafile… “İtiraz edersen taraftar ayaklanır” kabilinden bir tereddüt de var belki “muhalif” politikacılarda. Zira “taraftar”, asıl mesele.

Atatürk Orman Çiftliği CHP’nin “kutsal emanetleri” arasında olmasına rağmen… AK Parti’nin o yeşil alana dalmasına kapı aralayan “AOÇ Kuruluş Kanunu”nun değiştirilmesine ilişkin tasarıya, Gökçek’in manevrasına, dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da bir güzel vize veriyor. İyi anlaşıyorlar zaten…

Öyle ki, AOÇ alanındaki Ankapark skandalının yaylım ateşi altındaki Gökçek, iki ay önce de aralarındaki muhabbetin altını çiziyor. Aynı zamanda ateş topunu ona da atıyor: “Deniz Baykal, Ankapark konusunda bana destek oldu hatta yüzüme; ‘Melih Gökçek, sen çok iyi bir başkansın boş ver sağı solu’ dedi. Bu konuda şerefim üzerin dahi yemin edebilirim. Bu konuşmamızı da ilk kez Radyo Trafik Ankara’da açıklıyorum.” (¹)

Öyle eziyet, öyle eğlence olmaz

Sonra AOÇ adım adım talan edilip, nihayetinde oraya “saray-külliye zinciri” filan kondurulunca yine anlıyoruz alıştırma testlerinin hikmetini. Söyle, millet tartışmaktan yorulunca, çaresizlikten bunalınca yap istediğini, yok et eskisini…

Tamam, Hayvanat Bahçesi, hayvanları seyir adına kafeslere kapatan acımasız örnekleriyle çağdışı. Klasik, dört duvar örneklerinin mülâhazası net: “Öyle eziyet, öyle eğlence olmaz…” Ama kapatılmasındaki maksat da başka, benim de yazımda meramım başka… O dönemde (de) rant, siyasi itibar, fetih hırsıyla, hatta inatla yok edilen yahut tanınmaz hâle getirilen hafıza mekânlarından söz ediyorum.

Bir zamanlar Hayvanat Bahçesi de Ankara’nın efsane mekânlarından… Orayı doğasıyla, hatta illa ambiyansıyla korumak istesen, o geniş alanda serbest serbest dolaşması mümkün olan canlılarla doldurabilir, dev bir parka, mesire yerine, doğa dostu her şeye dönüştürebilirsin mesela. Hadi onu da geç; uzmanlarıyla, aklı başında, hakiki bir Kent Konseyi’yle mâliyeti yük olmayan onlarca park, yeşil alan projesi gündeme gelir.

Hayvanat Bahçesi’deki kımıl zararlısı

Hayvanat Bahçesi’nin 29 Ekim 1940’daki açılışından önceki hikâyesi de başka âlem, başka hikâye… İlk kez 1933’de müdürlük binasının arkasında domuz, kurt, tilki, çakal, süne, kımıl (evet “kımıl zararlısı”) gibi “tarıma ve halka zarar veren hayvanların teşhiri” için kuruluyor.

İlgi büyük olunca, yavaş yavaş gerisi geliyor. Zaten akvaryuma bir tane can eriği koysan, inşaatı tahta perdesinin budak deliğinden dakikalarca seyreden millet, vitrine konulana ezelden meraklı… Kuyruğa girecek, seyredecek, altındaki buzağıyı arayacak.

Lâkin oraya getirilen hayvanların hepsi, bir kıyısına hüznün de yerleştiği hikâyeler. Zira Hayvanat Bahçesi, en mutlu anında bile hüzün, bir burukluk veriyor insana. Hele fillerin hikâyesi var ki… Ankara sevdalısı Düş Hekimi Yalçın Ergir’in kitabından okumuştum:

“Bir grup çocuk 9 Şubat 1950’de Hindistan Başbakanı Pandit (Cevahirlal) Nehru’ya 100 imzalı bir mektup gönderiyor. Doğan Kardeş’te de yayınlanıyor mektup: “Sevgili Pandit Nehru amca. Biz Türk çocukları ömrümüzde hiç canlı bir fil görmedik. Senden bir fil yavrusu istesek, acaba büyük bir ayıp işlemiş olur muyuz?”

“Mohini Birtanem” ile Azadi ve Şirin

Ardından “Ya fil gelirse…”, “Gelince nasıl karşılayacağız” başlıklı haberler sarıyor gazeteleri… Ve Aralık 1950’de yavru fil Mohini geliyor İstanbul’a. Soyadını da sanırım tercümesiyle koyuyor çocuklar: Mohini Birtanem. Ardından da Türkiye’nin tek Hayvanat Bahçesi’ne, Ankara’ya gönderiliyor.

Mohini’nin tefrika karikatürleri, resimli romanları “Uçan Fil Dumbo”nun şöhretini aşıyor. Yalçın Ergir, Doğan Kardeş arşivindeki o karikatürlerin onlarcasını kitabına da alıyor. Ankaralı çocuklar Hayvanat Bahçesi’nde Mohini’nin sırtına binip, tur atıyorlar.

Ülkede Hindistan sevgisinin de altın yılları… Aynı yıl, 1951’de Raj Kapoor’un yönetip oynadığı “Avare” sinemalarda kapalı gişe. Şarkısı dillerde, herkes Avare… Sonra iki fil daha geliyor; Azadi ve Şirin. (O hüzünlü esintisiyle Azadi’nin isim babasını merak etsem de bulamıyorum, MİT Arşivleri de açık değil normalen.) 2006 yılında Şirin ölüyor, 52 yaşında. Hayvanlar Âlemi’nde ömürleri uzun sayılsa da efsaneleri kadar değil.

Filin yanındaki benim annem…

Hayvanat Bahçesi, ailelerin fotoğraf albümlerine de siyah-beyaz fotoğraflar ekliyor. O “eğlenceli” fotoğrafların istisnası, en hüzünlüsü Sevgi Soysal’dan… Üç yıl önce, Serbestiyet’te 23 Kasım 2018’de yayınlanan ilk yazıma da aldığım hikâyesi dayanılmaz.

Sevgi Soysal kanser olduğunu, ötesi geç kalındığını öğrenince mırıldanıyor: “Benim annem 37 yaşında kanserden öldü, ben de 40’ıma gelmeden öleceğim… Çocuklarım küçücük, ne yapmalıyım ki beni hatırlasınlar?”

Şöyle bir çözüm buluyor genç ömründe: “Çocuklar Hayvanat Bahçesi’ni çok severler. Belki orada geçirilecek keyifli bir gün zihinlerinde yer eder ve o fotoğrafta silik bile olsa ben de olurum diye düşündüm. Ve kızları hayvanat bahçesine götürdüm.”

Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Hayvanat Bahçesi’nde filin yanına gidiyorlar… İzin alıyor, filin yanında duruyor. Fotoğraf çektiriyor… Çocuklar koskoca bir filin yanında duran annelerini, -anılarında da yine öyle küçücük kalsa bile- hiç unutmaz değil mi? Arkadaşlarına derler ki, “Filin yanındaki benim annem”.

Bölücü papağan Yakup sürgünde

Keyifli keyifli anlatacakken, mevzu giderek yine ağır hüzne sardı. Bari araya parça alayım, 1960’lı yıllarda Hayvanat Bahçesi’nin ünlü, biricik papağanı Yakup’la devam edeyim. Beyaz papağan adından başka bir kelimeyi söyleyemese de, halkın sevgilisi, basının vazgeçilmez haber kaynağı… Ama o da bahtsız. Daha önce duymadığım bir vukuatını, T24 yazarı Şengün Kılıç’ın 28 Kasım 2021’de yayınlanan “Boji adli, Yakup siyasi suçlu” yazısından öğreniyorum.

Bir gazete haberi, Ankara gündemine bomba gibi düşüyor. “Yakup üst düzey bir subaya, üstelik de ailesinin önünde ‘Komünist’ demiş. Bir sonraki hafta sadece bizim gibi müdavimleri değil çıkan haberlerden etkilenen bir dolu insan Yakup’un kafesi önünde kuyruğa girmişti ama heyhat, kafes boştu.

Görevliler Yakup’un bir süre ‘bakıma’ alındığını söylüyorlardı. Babam bir bürokrat olarak en makul açıklamayı yaptı: ‘Yakup’un tayini çıkmış, yakında yeni bir papağan görevlendireceklermiş!’ Bakıcısı da görevden alınmış, hakkında soruşturma başlatılmıştı. Bakıcı ne amaçla Yakup’a komünist demeyi öğretmişti?”

Bir zamanların nostaljik ikilemi

Ankara’da Lunapark ve Hayvanat Bahçesi, bir dönem çocukların en ısrarlı “Gidelim, gidelim”i, hatta zorlu/zorunlu ikilemi… “Oyun Bahçesi” dört duvar, eğlencesi dört makine AVM’ler yok zira. Çok sevdiğim arkadaşım Dilek’in bizzat yaşayıp anlattığı harika hikâyesini, o vesileyle de hatırlıyorum.

Dede, o yıl başlayacağı anaokulu öncesinde, huzursuz/geçimsiz torununa “meşguliyet terapisi” yapmak istiyor. Üç yaşına yeni basan torununa soruyor: “Lunapark’a mı götüreyim seni, Hayvanat Bahçesi’ne mi?” Gözleri ışıldıyor çocuğun, “Lunapark’a, Lunapark’a!..”

Oysa dedenin gönlü Hayvanat Bahçesi’nde… Lunapark’ı ağzından kaçırmış. Lunapark’ta  oyuncaktan oyuncağa koşturacağı, hatta Bugi Bugi, Çarpışan Otolar gibi tansiyon oynatan makinalarda yan koltuğa ilişeceği için gücü- tâkatı-sabrı  da pek oraya müsait sayılmaz. Çocuk biraz dirense de dede tecrübesiyle baskın çıkıyor ve gidiyorlar Hayvanat Bahçesi’ne.

Elbette çok eğleniyor torun, zıp zıp geçiyor tüm öğleden sonrası… Ama eve döndüğü an döküyor suratını. İsteği olmadı, Lunapark’ın da sözünü almalı… Tam ana-babanın geleceği saatlerde iyice somurtuyor, sarkıtıyor dudağını.

“Çok güzeldi Hayvanat Bahçesi değil mi?” diye soruyor babası. “Çok kötüydü, çok kötüydü…” karşılığını veriyor çocuk. Annesi “Fillere de gittiniz mi, nasıldı filler? Çok güzellerdi, dev gibilerdi değil mi?” diye ajite ediyor. Ama nafile, tereddütsüz yanıtlıyor: “Hiç de güzel değil. Gördüm filleri de; minnacıktı, küçük parmağım kadardı…”

“Tarihe gömülen koca koca atlar…”

İşte bir zamanların koskoca hikâyeleri, bazı efsaneleri de bugün minnacık… Türkiye’nin Ankara Kızılay’daki anlı şanlı o ilk gökdeleni, bugün “Buna da Şükür Apartmanı”ndan bodur. O efsane Kuğulu Park, köprülü kavşakların arasında avuç içi kadar. AOÇ’nin “halka kalan alanı”nı, başkentin koca meydanlarını filan hiç sorma… Yok edilenlerin ardından kaldıysa bir meydanı, minnacık, avucum kadar.

O hikâyedeki torun da büyüdü. Hatta bizim onun hikâyesini konuştuğumuz yaşları da geçmiştir çoktan. Hayvanat Bahçesi’nden yok olan filler de büyümüş, dört duvar olsa da ömrünü yaşamıştır dilerim. Zira kapandıktan sonra Hayvanat Bahçesi’ndeki hayvanların nereye, hangi koşullar(d)a gittiğini, akıbetlerinin ne olduğunu TBMM gündemine geldiği halde öğrenemedik. Yok oldular…

Turgut Uyar’ın dizeleriyle “Tarihe gömülen koca koca atlar /Tarihe gömülür o kadar” mı diyeyim?.. Unutulan büyük şeyler bir vesileyle hatırlandığında, yine unutulacak büyük şeylerin gün gelip küçük şeyler olmasını hazırlıyor. Çünkü toplumsal hafıza da bazen minnacık, vicdan da… Final müziği de Sezen Aksu’dan gelsin: “Bir gün daha yaşandı ve bitti /Küçük sevinçleri ve küçük kederleriyle /Herhangi bir gündü, çok önemli değildi…”

EHİL CİNAYET MÜZESİ

Hayvanat Bahçesi’nin tam kapatılma sürecinde, 2012’de bir haber de İstanbul’dan geliyor ki… Ankara’nın acil ihtiyaçları askıda beklerken gereksiz ve belirsiz maliyetini, tuhaflığını, arkasındaki niyeti saymazsan, “Meğer Pelüş Hayvanat Bahçesi ne masum projeymiş” dedirtecek insana. Habere göre İTÜ “Yaban Hayat Müzesi” kuruyormuş.

Avcı, gazeteci Ufuk Güldemir’in anısına kurulacak müzede, “doldurulmuş yaban hayvanları” sergilenecekmiş. Müzenin adında “Hayat” kelimesinin geçmesine bakmayın siz. Orada avlanmış, öldürülmüş envaiçeşit hayvan cesedi sergilenecek. Yani yaban hayat değil ehil cinayet müzesi… O günlerdeki tepkilerden aldığı adıyla “Katliam Müzesi”.

Aynı günlerde Taraf Gazetesi’nin o efsane Telesiyej köşesinde çok çarpıcı bir örnekle yer alıyor “Öldürülmüş Hayvanlar Müzesi”: “Çocuklarımızı ellerinden tutup bu müzeye götürüp, ‘Senin çok sevdiğin Ayı Winnie var ya hani… Bak şu kafasında delikle donuk donuk bakan ayı kardeş onun ta kendisi işte… Amcalar, teyzeler öldürüp doldurmuşlar…” O rezaletin akıbeti ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum. Doldurulmuş şeylere illa merakı varsa müzecilerin, bu ülkede bence en öğreticisi -mecâzî anlamıyla- “Doldurulmuş” İnsanlar Müzesi olacaktır.

(¹) “Melih Gökçek: Deniz Baykal, Ankapark konusunda bana destek oldu”, Independent Türkçe, 5 Ekim 2021.

- Advertisment -