Bizim hikâyemiz

Geniş pencerelerden denizi gören evleri inceliyorum. Merdivenleri kokmuyordur bunların, kapıları dan diye kapanmıyordur arkalarından, anneleri babalarına intizar etmiyordur, babaları eve gelecek diye tedirgin olmuyorlardır, sevdikleri yazarın kitaplarını eve sipariş ediyorlardır, kahve kokuyordur evleri mis gibi. Bir de çikolatalı kurabiye.

Evden çıktım, kapıyı sessizce kapattım. Daracık merdivenlerden inerken apartmanı dolduran yemek kokularından içim bulandı. Daha sabahın yedisi, bu saatte kim hangi iğrenç yemeği yapar ki. Bir an üstüme sinmiş mi diye annemin aldığı uzun upuzun anorağımı kokladım. Temizim.

Bu havada dolaşan, insana yapışan koku ne peki. Bu, bugün pişen yemekten gelen bir koku değil, bu yıllarca havalanmayan apartman boşluğuna sinen her bir daireden gelen, o dairede oturanların içinden yükselen koku olmalı. Tıpkı bizim ev gibi, bizim evde yaşayan kayıp ruhların kokusu gibi.

Elimle burnumu tıkayıp merdivenlerden koşar adım iniyorum. Uzun anorak bacaklarıma dolanıyor, elimden gelse çıkarıp atacağım. Yuvarlanır gibi oluyorum son basamağı indiğimde, kapıya tutunuyorum. Binanın içine doğru açılan sokak kapısı eski, ağır ve bozuk. Kilidin dili kalın bir sicimle tutturulup kapının bir zamanlar camla kaplı olan çiçek desenli demirlerinin arasından geçirilip dışarı atılmış. Kapının camı çoktan kırılmış, artık sadece paslanmış, kirlenmiş demir çiçekler var. Dışardan gelecek hiçbir tehlike umurunda değil hiç kimsenin. Kimsenin umurunda değil çünkü asıl tehlikenin evin içindeki olduğunu herkes biliyor.

Aralık duran ağır kapının ipini çekiyorum. Dizimle ittiriyorum kapıyı açılsın diye. Benim çelimsiz bacaklarım için dünyanın en zor işi gibi duruyor ama alışkınım. Kapı aniden kapanacak tam o sırada bacaklarım çıt diye kırılacak, adım gibi eminim. Hızla atıyorum kendimi dışarıya.

Kapı arkamdan kendinden beklenmeyen bir hızla kapanıyor. Bu iş böyledir diyorum kendi kendime. Kapılar zor açılır, kolay kapanır. Çok erken öğreniriz biz buralarda bunu.

Oysa henüz on altı yaşındayım ve kapının önüne konulmaya alışkınım.

Ablamdan kalan çantamı sıkı sıkı tutuyorum, içinde hiç sevmediğim okul kitaplarım var. Nesini seveyim bir tane düzgün öğretmenim olmadı şu dünyada, liseye kadar o kadar çok şehir değiştirdik o kadar çok taşındık ki birinin bana bir şey öğretmesi ya da ne bileyim sevmesi için hiç fırsatım olmadı. Okul bir mecburiyet sonuçta, gitmesem yapacak başka işim de yok. Evden çıkmak için bir fırsat, iyi bir fırsat değil üstelik ama evden gene de iyidir.

Hava soğuk, ayağımdaki spor ayakkabılardan rüzgâr giriyor. Annem durmadan kızıyor bana, şu botlarını giy artık, diyor. Hiç cevap vermiyorum, kızmaya başladığında başımı sallayıp, olur, diyorum. Annem daha çok kızıyor.

Bu da hemen her şeye olur der, insanın öfkesini kursağında bırakır, diyor ablama. Ablam başını sallıyor gözleri elindeki telefonda. Ablam mesajlaşmasını sürdürürken annem gelip tak diye kafama vuruyor. Kafanızı kaldırıp bakın şu dünyaya, diyor. Nerdeyiz, ne yapıyoruz, hangi mevsimdeyiz. Ama yok, ellerinde bir telefon, varsa yoksa mesajlaşmak, diyor. Kafama bir tak daha geliyor. Eli sert annemin. Ablama vurmaya kıyamadığında bana vuruyor. İki patlatsa suratıma rahat edecek biliyorum ama yapmıyor. Daha büyük kızacağı bir zamana saklıyor tokatı. Ablam bana bakıp gülüyor, karakoyunusun sen bu evin diyor. Oysa nasıl sarışınım. Kirpiklerim, kaşlarım hatta gözlerim. Yanaklarım kızarıyor, sarıya yakın ela gözlerim doluyor. Biraz daha içime doğru çekiyorum kendimi. Defterlerimi kitaplarımı alıp arka odaya gidiyorum, arka odanın kapalı balkonuna. Üst üste bavulların, ütü tahtasının, sarıp sarmalanmış duvara dayanmış halıların olduğu balkona. Bavulların içinde yazsa kışlıklar, kışsa yazlıklar. Halılar annemin çeyizinden. Sermez onları. Evi sevmediğinden uyduruk makine halılarını yayar odalara. Nihayet bir ev aldığında yayacakmış hepsini. Sırtımı annemin hayallerine dayayıp elimdeki romanı okumaya başlıyorum.

Birden bir gümbürtü duyuyorum.

Apartman kapısının önündeyim, benden sonra çıkan Nilgün sesleniyor arkamdan.

Aşko dur beni de bekle, beraber yürüyelim okula, diyor.

Biz en üst katta onlar en alt katta oturuyoruz. Kıpkıvırcık saçlı gamsız Nilgün’ün ayağında topuklu botlar var. Kirpiklerini boyamış, yüzünün gerekli yerlerine aydınlatıcı sürmüş, pas pas parlıyor sabah sabah. Çapkın, tembel ve sevimli. Birbirimize hiç benzemiyoruz. O da okulu sevmiyor evet ama sebeplerimiz gibi olduğumuz ve olmayı istediğimiz şeyler de farklı.

Nilgün bacaklarını açarak önümde duruyor. Ümraniye’nin sevimsiz kalabalığına karışmadan önce bir sigara yakıyor. Dışarıya üflemeden daha ağzının içindeyken tekrar içine hüp diye çekiyor dumanı. En büyük numaralarından biri bu kızın. Tatlı tatlı gülüyor dumanı dışarı salarken.

Yüzün gülsün biraz kızım, insan her zamanda kederli olmaz ki, diyor. Sal gitsin biraz hayatı. İçine at at nereye kadar.

Sarma sigara içeceğini ilan ediyor bana, son gelen zamlardan sonra Kadıköy’de bulduğu bir tütüncüden malzeme alacakmış bugün. Havalı da oluyormuş sigara sarmak. Dövmecide tanıştığı çocuk sarmayı öğretmiş bira içerken. Çok eğlenceli, diyor. Hem daha az zararlıymış. Oğlan motosikletiyle tur attırmış akşam geç saatte eve dönmeden önce. Keşke benim de bir motorum olsa, diye ekliyor özlemle. Oğlanı anlatmaya başlıyor sonra, çok havalıymış, onlarca dövmesi varmış, Yeldeğirmeni’nde oturuyormuş, eski bir apartmanın en üst katında bir odası varmış.

Gitmiş demek oğlanın evine. Hiçbir şeyden korkmaz Nilgün. Bir tek evde tıkılıp kalmaktan korkar. Babası uzun yol şoförü annesi çaycı. Babası böyle dağ gibi, pos bıyıklı, göbeği patlayacakmış gibi duran sevimsiz bir adam. Annesi kısacık boylu, ince belli geniş kalçalı. Göğüsleri füze gibi bir kadın. Babası tır’dan döndüğünde bazen gelir bizde kalır Nilgün. Dediğine göre annesiyle babasının arasında inanılmaz bir kimya varmış. Bir araya geldiklerinde durmadan oynaşırlarmış, rahat etsinler diye bize geliyormuş. Bizde sıkılırsa kim bilir nereye. Bizde sıkılmamasına imkân yok bence, insan olan bunalır yani. Annemle babamın arasındaki kimya kavgaya dayalı olduğundan her an alev alabilir bizim ev. Keşke babam da sık sık bir yerlere gitse. Gelmese hatta. Hiç gelmese.

Sigarasını fırlatıp atıyor Nilgün, babası Irak’tan getiriyormuş bu sigaraları, sert çok sert ama hiç yoktan iyidir, diyor

Vızır vızır minibüsler geçiyor yanımızdan, otobüsler, doblolar, özel araçlar. Ümraniye’nin hiç bitmeyen trafiğinin içinde egzoz kokuları arasında yürüyoruz yan yana. O durmadan bir şeyler anlatıyor bana. Ne dediği duyulmuyor. Anlatacak bu kadar şeyi nereden buluyor bu kız.

Okulun önüne geldiğimizde köşelerde toplanmış tüttüren grupların yanından geçiyoruz. Nilgün’ü gören herkes sesleniyor, Kadıköy’e akıyoruz, diyorlar takıl bize. Bana bakmıyorlar. Ben yokmuşum gibi. O konuşurken ben uzaklara dikiyorum gözümü, tüm bunlar umurumda değilmiş gibi. Uzaklara bakıyorum. Ümraniye’de uzak diye bir şey yok oysa. Her şey dip dibe, herkes bir arada, burada insan zengin mi fakir mi, mutlu mu mutsuz mu belli değil. Her şey flu ve her şey kesin. Göğüsten robalı pardösülü kadınların, Sefamerve’den giyinen örtülü kadınların ve pazardan giyinenlerin, en pahalı mağazalardan alışveriş yapıp asla arabasız gezmeyen kadınların, canının istediği şeyden fazlasını yapmak için Kadıköy’e akan gençlerin ülkesi burası. Başımda gezdiriyorum elimi, örtümün iğnelerini sıkılıyorum.

Biri sesleniyor bana, dönüp bakıyorum yanındaki birkaç kişiyi bırakmış bana bakıyor Nilgün. Bu da diyor, dizilerdeki sessiz gizemli kız işte, açıcaz seni hiç merak etme.

Bana söylediğini birkaç saniye sonra anlıyorum. Koluma giriyor, bugün okul yok, beraber takılıyoruz, yallah metroya, diyor. İtirazlarımı duymuyor, çok da direnmiyorum.

Sebepsiz kahkahalar yükseliyor gruptan. Yürüdükçe birileri ekleniyor. Oğlanlar, kızlar, okulu bırakanlar, her şeyden vazgeçenler. Parası olan parası olmayana destek çıkıyor.

Geride kalan okula bakıyorum, koridorların ve sınıfın genç teri, genç öfkesi ve genç kederi koktuğunu düşünüyorum. Bir de dezenfektan en ucuzundan.

Nilgün, annenlere ben bir yalan uydururum merak etme, diyor kulağıma.

Metro vagonunun içinde gruba bağırıyor birden, panpalar herkes elindeki işi bıraksın ojelerime baksın..!

Bir sessizlik oluyor sonra yıkıla yıkıla gülüyorlar. Bir tek ben ojelerine bakıyorum, yeşil tırnaklar parlıyor. Neden sonra bunun bir şaka olduğunu anlıyorum. Utanıyorum. Kazkafalı diyorum içimden kendime. Birkaç adım uzaklaşıyorum. Birkaç yüzyıl geriye gitmek istiyorum.

Yolculardan birkaç kadın cık cık yapıyorlar. Biri saygısızlar, diyor sizin okulda olmanız gerekmiyor mu?

Birkaç kişi daha karışıyor ortama, gençlerde saygı kalmamış diyor yaşlıca bir adam. Takım elbise giymiş bir emekli belli.

Nilgün’ün sesi duyuluyor yeniden,

Arkadaşlar bla bla perileri basmış metroyu, diyor.

Yeniden bir kahkaha kopuyor. Emekli amcanın tepesine dikiliyor bir oğlan, bedavaya yolculuk yapıyorsun sonra da bize yargı dağıtıyorsun, bas git benden bulma belanı, diyor. Amca sessizliğe çekiliyor ama dudakları oynuyor. Ya küfrediyor ya dua. İkisinin arası yok bu şehirde.

Grubun enerjisi daha da yükseliyor.

Biralayalım susadım ben, diyor biri. Oha diyorlar hep bir ağızdan. Yeniden gülüyorlar.

Aralarında kalıyorum, tam ortalarında. Çabalıyorum, çantamı açıp kitabımı çıkarmak istiyorum, metroda sakince okumayı, tüm bu karmaşadan saklanmayı istiyorum. Nilgün çoktan unutmuş beni, okul daha anlamlı geliyor şu anda, tam ortalarındayken. Sessizliğimin kabul gördüğü o sınıfı özlüyorum.

Aniden hareket edince kızlardan biri koluma tutunuyor, aşko sen olmasan düşecektim, diyor sonra dikkatle yüzüme bakıp, aylaynır çekelim sana, biraz da kapatıcı sürersek çillerinden kurtulursun, diyor hevesle.

Bir anda ilgi bana dönüyor. Çillerimin kalmasına karar veriyor kızlar, aşko diyen çantasından çıkardığı kalemle gözlerimi boyamaya başlıyor. Kıpraşma kız sonra bana dua edeceksin, diyor kıkırdayarak. Amme hizmeti yapıyoruz şurda biriniz yardım etsin, diyor. Kızlardan biri başındaki bereyi örtümün üstüne takıyor, koyu yeşil kalemle boyasan çok yakışır, ben bile yürürüm o zaman sana, diyor. Grupta yeniden bir kahkaha kopuyor.  Kahkahalar fırtına gibi gelip gidiyor. Ayna çıkartıp gösteriyorlar bana, bakıyorum hoşuma gidiyor. Ben değilmişim gibi biri var karşımda. Gözleri kuyruklu boyanmış, endişeli ama heyecanlı. Eski Yeşilçam filmleri geliyor aklıma, az sonra tecavüzcü Coşkun girecek sahneye sanki. Diskonun yanıp sönen ışıklarında gazozuma ilaç atacak.

Kızlar yanaklarımdan makas alıyor, olacak bu, mayasında var bunun diyorlar. Hiç fena değilsin, güzelsin hatta diyor biri. Nilgün bana bakıp göz kırpıyor. Yeniden utanıyorum, yanaklarım yeniden kızarıyor. Saftirik kız halimden koşarak kaçmak istiyorum.  

Bir süre sonra hoşuma gitmeye başlıyor bu muhabbet. Kadıköy’e vardığımızda ev de okul da çoktan geride kalmış, zihnim sadece şu anla ilgili, her an yeni bir şey oluyor ve o olan şeye hep beraber gülüyorlar. İçlerindeyim, onlardan biriyim. Öyle miyim?

Adı Promil olan büfeden sigara, bira ve çekirdek alıyorlar.

Sen de biraz para ateşle, diyor oğlanlardan biri. On lira bırakıyorum eline. Bakıp gülüyor paraya. Sen sadece çekirdek yersin o zaman, diyor. Gülerek bakıyor yüzüme, sen de amma sarıymışsın, diyor. Yanaklarım kızarıyor. Keşke ilacı olsa bu kızarmanın.

Birkaç selfi çekiyorlar, ben en kenarda ve başım yere eğik duruyorum. Ablamın göreceğini biliyorum, Nilgün’ün sayfasına bakmaya çok hevesli.

Moda sahiline doğru yürüyoruz hep beraber, Fenerbahçe tarafına bakan yere geldiğimizde sahne gibi bir yere yerleşiyoruz. Cipsler, kuruyemişler ve biralar çıkıyor torbalardan. Ses bombasını çıkartıp müzik açıyor biri. Bas bas rep müzik çalmaya başlıyor.

Sırtımı denize dönüp oturuyorum aralarında, yukardaki evlere bakıyorum. Geniş pencerelerden denizi gören evleri inceliyorum. Merdivenleri kokmuyordur bunların, kapıları dan diye kapanmıyordur arkalarından, anneleri babalarına intizar etmiyordur, babaları eve gelecek diye tedirgin olmuyorlardır, sevdikleri yazarın kitaplarını eve sipariş ediyorlardır, kahve kokuyordur evleri mis gibi. Bir de çikolatalı kurabiye.

Bak kız iyi bak, diyor Nilgün tepemden. Çok istersen gerçekleşirmiş hayaller, evrene yazılı mesaj göndermek gerekiyormuş, biz w.up grubu kurduk durmadan yazıyoruz hayallerimizi  ama mavi tıkı hiç görmedik, diyor.

Bir anda heyecanlanıyor ekip, lan söz yazalım biz de, rep yapar patlarız, diyor para toplayan uzun oğlan.

Dizilerde oynayamayacağını anladın, bari repçi olayım diyorsun demek, diyor kızlardan biri. Biraları tokuşturup gülüyorlar.

Oğlan bozuluyor, emeğe saygı arkadaşlar diyor, kendi kanalım var benim orda rep yapıyorum takipçi sayılarını koyarım ortaya, diyor.

Hee, diyor gözlerimi boyayan kız. Duyar Kasma diye nik almışın kendine, büyük yaratıcılık panpa.

Grubun paparazisi de belli oldu arkadaşlar, mal mısın kızım, diye dikleniyor oğlan. Stalk yapanları sevmeyiz bilirsin, diyor.

Kız uzanıp öpüveriyor oğlanı, kimse aldırmıyor.

Canım çay istiyor. Denizin üstündeki bulutlar kararıyor, Adalar’ın üstüne çökmüş öylece duruyorlar. İçimden bir şarkı geçiyor. Eski bir türkü ananemden dinlediğim. Tepemde bir hayalete benzeyen uçuşan buluta bakıyorum, ananem bulut olsa böyle olurdu, diyorum kendi kendime. Kocaman sarıp sarmalayan. Çok özlüyorum. İçimi çekiyorum yanımdakilere sezdirmeden. Onlar çoktan bir çember kurmuş yuvarlanıp oturmuşlar kayaların üstünde.

Bir süre sonra sesler azaldı. Telefonuma baktım, hiç mesaj yoktu. Denizdeki yelkenlilere baktım, rüzgârda yelkeni şişmiş küçücük teknelere. Yukardaki evlerde oturanların çocukları olmalı bunlar. Burnumu anorağıma gömdüm, evin kokusu hâlâ üstümde.

Kalkıp toparlandım, Nilgün’e bakındım, yavru bir kedi yakalamış fotoğrafını çekiyordu. El salladım. Okeyy diye bağırdı uzaktan.

Ben yürürken uzun oğlanın sesini duydum.

Çok ağır be, hiç yüzü gülmüyor, diyordu.

- Advertisment -