Hükümet yanlısı kanallardan birindeki bir siyasi tartışma programında, moderatörün AB ile yapılan mültecilerin iadesi anlaşmasıyla ilgili düşüncesini sorduğu yorumcudan şu cevap geliyor:
“Biz Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden mültecileri geri alacağız, onlar da Türk vatandaşlarına vize serbestisi getirecek…” Derken arkasını “serbestileri de onların olsun, 3 milyar Euro paraları da.. bizim hiçbirine ihtiyacımız yok” diye getiriyor.
Türk dış ilişkiler tarihinin belki de en dahiyane operasyonlarından birinin, hükümet yanlısı bir “aydın”daki karşılığı bu. Oldukça üzücü bir bilgisizlik veya haksızlık.
Hatırlayalım; anlaşma aslında nasıldı, nasıl çalıştı veya çalışacaktı?
Ama önce biraz gerilere; Türkiye kıyılarından en yakın Avrupa kıyısı Yunanistan’a ayak basmak umudu ve derme çatma tekneleriyle denize açılan, önemli bir kısmı da bu uğurda hayatını Ege sularında sonlandıranların manşetleri işgal ettiği zamanlara gidelim.
Yunan sahil güvenlik teknelerince sivri uçlu çubuklarla patlatılan botları, devrilen teknelerden denize yuvarlananları, bir kısmı Türk sahil koruması tarafından kurtarılanları, bir kısmı ise kurtarılamayanları hatırlayalım.
Parçalanan aileleri, ya da parçalanmadan hep birlikte kaybolanları; Aylan bebeğin kumsala bir oyuncak gibi vurmuş bedenini hatırlayalım.
Resmi rakamlar, sadece 1 Ocak – 24 Aralık 2015 arasında100,000 kişinin denizden kurtarıldığını, 800,000’den fazla insan Yunanistan’a geçmeyi başarırken 1000’e yakın kişinin de bu yolda hayatını yitirdiğini söylüyor.
Bu tabloyu oluşturan göç, AB ile yapılan mültecilerin iadesi anlaşmasıyla birlikte bıçak gibi kesilmiş ve Anadolu’dan Yunanistana giden ölüm yolundaki insan kayıpları durmuştu. (Son zamanlarda AB ile Türkiye arasında yükseltilen gerilim ve yaz koşullarıyla göç, eskisi kadar olmasa da yeniden başladı.)
Peki nasıl elde edildiydi bu başarı?
Formül şuydu:
Türkiye’den yasadışı yollarla Avrupa’ya varabilen herkes, muhakkak geri gönderilecek ve Türkiye tarafındaki kamplara yerleştirilecekti.
Buna karşılık Avrupa, topraklarına varmayı başarabilen ve Türkiye’ye iadesi gerçekleşen her mülteciye karşılık bir başkasını alacak; böylece sorumluluğun tümünü Türkiyeye yıkmayıp paylaşmış olacaktı.
Ayrıca mültecilerin yükünü taşıyan Türkiye’ye 3 milyar Euro ödeyerek de bu paylaşımı tamamlayacaktı.
Yani bir kişi, kendisini ve ailesini tehlikeye atarak amacına ulaşsa da geri gönderilecekti.
Bu durum risk almayı gereksiz kıldı ve göç durdu.
Bu dahiyane plan Türk Dışişleri tarafından sunulduğunda AB yetkililerince bir miktar şaşkınlık eşliğinde oldukça olumlu karşılandı ve önceki anlaşmaların getirdiği, ancak uygulanıp uygulanmayacağı belirsizliğini koruyan vize serbestisi için de Türkiye, daha garantili bir konum kazanmış oldu.
Ancak birden herşey değişti.
Dışişleriyle birlikte bu planın mimarı olan ve AB ile ilişkileri de sürdüren Davutoğlu ani bir gelişmeyle tasfiye edildi; söylem, o güne kadar bu konu söz konusu olduğunda bir adım geride durmuş Erdoğan’ın elinde belirli bir sertleşmeye uğradı.
24 Mayısta Erdoğan, “Bu konuyla ilgili olarak arkadaşlarımız görüşmeleri yapacaklar…Bu görüşmelerde netice alındı, alındı. Alınmadığı takdirde kusura bakmasınlar. Türkiye Cumhuriyeti'nin parlamentosundan geri kabul anlaşmasına yönelik uygulama sürecine yönelik adım atılmasına ait karar, yasa çıkmaz” dedi ve restini çekti.
Sertleşen bu üslup, mültecilerin iadesi anlaşmasına, vize serbestisine ve akibeti sıklıkla sisler arasında kaybolan 3 milyar Euro’nun geleceğine ne türden bir etki yapacak, bilmek zor. Ama hem başbakanlıktaki ani değişiklik, hem de Türkiye’nin Erdoğan ile sertleşen üslubu, şimdilik AB tarafından sessizlikle karşılanıyor.
Yine de bir an için, Türkiye tarafında gerçekleşen bu üslup ve oyuncu değişikliğinin sürece olumsuz etki edeceğini düşünelim ve mevsimin uygunluğunun da etkisiyle artan göçün patlamaya dönüşmesi riskini hayal edelim.
Bu gerçekleşirse, olası yeni ölümlerin acısıyla Türkiye tarafının nasıl yüzleşeceği, sorumluluğun nasıl paylaşılacağı sorusu ortada durmakta.
Hele Avrupa tarafının da suçu, yani ânî üslup değişiklikleri kaynaklı anlaşmazlığın sorumluluğunu kimin omuzlarına yükleyeceği de bu kadar belliyken…
Burada itiraz Avrupa’nın sürekli konuyu yokuşa sürdüğü, ayak dirediği, yan çizdiği gibi noktalardan gelebilir ve tümüyle de haksız sayılmaz.
Ancak yine özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bugünlerde yükseltilmekte olan “Batı karşıtı” söylemi de buna eklemek gerek.
Bizzat AK Parti tarafından 2011 yılında kurulan Avrupa Bakanlığı’nın amacı, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na katılım sürecini ve toplulukla ilişkilerini düzenlemekti.
AK Parti’nin o zamanlarki tavrı, “biz gerekeni yapalım, alıp almamak onların bileceği iş” mealindeydii ve amaçlanan, Türkiye’nin demokratik ilkeler, haklar ve özgürlükler bakımından bir Avrupa ülkesi standartına ulaştırılmasıydı.
Asıl önemli olanın bunlar olduğunun üzerinde duruluyor; Avrupa’nın yaşlı nüfusundan kaynaklı kronikleşmiş sorunlarının çözümünün Türkiye ile birleşmek olduğu da ekleniyordu.
Ancak Davutoğlu’nun tasfiyesi sonrası hükümet çephesinde bir tavır değişikliği gözleniyor.
Müslümanlık karşıtı Hıristiyan Avrupa’nın hiçbir zaman Türkiye’yi kabul etmeyeceği, Almanya’da bugünlerde gündeme gelen Ermeni soykırımı konusuyla karıştırılarak yorumlanıyor.
Hayalî bir düşman olarak bir “Üst Akıl” vurgulanıyor. “Yerli ve milli” kavramlaştırması hiç olmadığı kadar öne sürülüyor. Hükümet cephesinden konuşan herkesin cümle içinde en az bir kere cumhurbaşkanına saygılarını belirtmesi, üzerinde anlaşılmış bir kural muamelesi görüyor.
Erdoğan’ın bilinen tevazuu bilinmeyen bir gerekçeyle bir süre için (en azından şimdilik) rafa kaldırılmış gibi görünüyor.
Sanki elinde tuttuğu devlet aygıtıyla birlikte AK Parti, Erdoğan liderliğinde bir büyük değişim için kadrolarında ve tabanında yeni bir konsolidasyona, bir saflar sıklaşmasına, yapısal bir dönüşüme girişiyor gibi görünüyor.
Hazırlanan başkanlık sistemi, üzerinde sağlıklı bir tartışma yapılabilecek içerikten halen yoksunken; AK Parti’nin en büyük vaadi olan Yeni Anayasa belirsizlikte bir görünüp bir kaybolurken; Suriye’de savaş yeni boyutlar kazanırken; bir yandan PKK ile kent savaşlarının sonu gelir ve diğer yandan işin nereye evrileceği yeni bir belirsizliğe yuvarlanırken; üzerinde hem AK Parti ve hem de muhalefet tarafından fırtınalar koparılmış “dokunulmazlıklar” 12 gündür Erdoğan’ın imzasını beklerken…
Türkiye ile AB arasında Ege Denizi’nin yeni kurbanlar almayacağı bir anlaşma ile AK Parti’nin değişime şartlanmış kafalarının geçmiş yöntem ve başarılarını hatırlamaları ümit ediliyor.