Benim için gece, kendinde bir hikâye imkânı.
Kâğıdı koy önüne… Sen otur, gece yazsın.
Dış sesler çekilir, iç seslere gelir sıra.
Dünya susar, sen mırıldanırsın.
Gece de aşk gibi bir bakıma.
İkisi de ne kadar uzun yaşanırsa, o kadar sıradışı.
Zorluğu, ikisinde de uyanması.
Edip Cansever’den mülhem, gece her şeyin iki katı.
Gündüzün yaşama mesaisi içinde sislenen, kaybolan hayâllerin netlik ayarını geceler yapıyor. Sonrasında rüyana da girerse, ya hey!
Rüyalar zaten hayâllerin anne yarısı, gece dansı.
Ve gece hepsinin en yakın akrabası.
Ben geceyi bir başka severim.
Sabah insanı olmadım hiç.
Gündüz ahbaplıkları, hayatı derseniz, bana hep çocukluğumdaki “gündüz gezmeleri”ni hatırlatır.
Gün batmadan, evin bey’isi gelmeden bitmesi gereken buluşmaları…
Ama “gündüz gezmeleri”ni bile gece buluşmalarına evirmeyi başaran taifedenseniz başka.
Mevzubahis geceyse, gündüz teferruattır.
Yazmak derseniz, o mevzuda Bukowski ile hemfikirim (“Bütün hesaplar benden bu gece, sen de iç, sen de iç…”):
“Asla gündüz yazmam. Çıplakken alışveriş merkezinde koşmak gibi bir şey, gündüz yazmak. Herkes seni görür.
Gece… işte o zaman numara çekebilirsin… sihir.”
Yazarken şekilden şekile giren, kendi kendine konuşan, kelimelere döktüğü tasviri gözünde canlanınca ayağa fırlayan (kendini dansa kaldıran), hop oturup hoptirinam kalkanlardansanız, gündüz yazmanızı tavsiye etmem zaten.
O hâlinizi doğru anlarlarsa, yazdıklarınızı yanlış anlarlar.
Dert değil. Tüm sırlarımızı sadece gece biliyor, ne de olsa.
Gerim gerim seyrettiğim Nocturnal Animals (Gececil Hayvanlar) filmine nispet, uykuyla da aram –doğuştan- mesafeli.
Ama uykuya yatmamak başka, uyuyamamak başka tabi.
Ben bir gün insanların da o sınıflamada mansiyonu hak edeceğini umarak, gececil hayvanları kastediyorum.
Baykuşa da bayılırım, cırcır böceğine de…
Gece sesleri, mutlak sessizlikte doğanın konuşkanlığı, imtiyazdır. İyi bilirim.
Yaşadığım yerde bu iki güzel canlıyı birlikte bulmamı da, “gececi hayatı”mın ödülleri arasında sayıyorum.
Cırcır böceği öter, nefes alıp vermesi, ötüşü bir başka âlem baykuş başını 270 derece çevirip bana ikinci kez bakar…
Gece faslından şarkılardır.
Elime alıp okşayamasam da, geçinip gideriz güzelce.
Sevginin avuçlarına hapsedebildiğin bir şey olmadığını onlardan öğreniriz.
Lâkin, geçenlerde hazin bir haber okudum.
Berkeley California Üniversitesi‘nden çevrebilimci Kaitlyn Gaynor, insanların hayvanları gececil olmaya ittiğini, bu eğilimin farklı türler arasında oldukça yaygın olduğunu savunuyor.
İnsanlarla aynı ortamda olmalarının risklerini en aza indirmek için, bazı hayvanlar mekânsal ayrışma yerine zamansal ayrışmayı tercih ediyor.
Altı kıtada gözlemlenen 62 memeli türünün yüzde 83’ü insanlardan kaçınmak, onlarla etkileşime girmemek için hayatlarının büyük kısmını gece sürdürmeye başlamış.
Bunda avcılık, insanların şiddet eğiliminden öte, gündüzün curcunası, aşırı gürültü de etkili.
Haberin ara başlığı bile durumu özetliyor:
“Varlığımız bile ürkütücü…”
Gündüz gecenin müsvedde defteridir
Geceyi gündüzün devamı olmadığı için de seviyorum.
İşti, güçtü, hengâmeydi gündüzde kalır, gece yeni bir hayat başlar.
Gündüz gecenin müsvedde defteridir, gece temize çeker, kenar süslerini yerleştirirsin.
“Gece gündüzün devamı değildir”i öğrendiğim Tezer Özlü'yü de, öyle saatlerde yakından hatırlarım.
İsviçre’de 1986’da 43 yaşında bitmiş hayatı…
Aşiyan Mezarlığı’nda, Edip Cansever, Orhan Veli, Ahmet Hamdi Tanpınar, Münir Nurettin Selçuk, Attilâ İlhan, Özdemir Asaf’ın, Turgut Uyar’ın ve bilhassa Şair Nigâr Hanım’ın yanında yatıyor:
“Tahassüsatını (duygularını), efkârını bütün söyle.
Getir şu kalbime dök varsa sevdiğim, elemin
Eden nedir seni rencud (incinmiş)? Bir daha söyle.”
Çağrışımlar… Kuvvetli duyguların her dem aralık, bir esintide çarpan penceresi.
Adalet Ağaoğlu'nun “Bir Düğün Gecesi” romanı beni en başından, kitabın kahramanı Tezel’in cümlesiyle yakalamıştı.
Onun “İntihar etmeyeceksek, içelim bari…" serzenişi, sanki Özlü’nün sözleridir.
İsimlerinin uyumu bir yana, romanda “Gece dediğin katran gibi olmalı” diyen o Tezel de, hep bana Tezer gibi gelir.
Hangisi gerçek, hangisi roman kahramanı… Karıştırırım.
İkisi de yaşasa, gece vakti yanlarına iltifatımı bu fikir üzerine kurarak yaklaşırdım.
"Gece"yi, gecenin insanları saran farklı hâllerini biraz da Tezer Özlü'den öğrendim. Onun kitaplarından okudum, geceleri…
Çocukluğun Soğuk Geceleri'nden meselâ:
“Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor…”
Bu satırları yazarken onun içinden geçeni, “Ya ben?” deyişini hissederim.
Asla “her geceki uykusunu uyuyan” insanlar gibi olamayışını, nedenlerini…
Yine onda bulurum yanıtını:
“Sözcüklerin tümü içimden çıkmadan bir an bile uyuyamam.” (¹)
Ölmeden iki yıl önce, 41 yaşındayken yayınlanan "Yaşamın Ucuna Yolculuk" kitabına bakınca da seziliyor, “bu hayata” uzak ara mesafesi:
"Aranızda dolaşmak için giyiniyorum.
Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.
Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için.
Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz.
Aç kalmayı denedim, serum verdiniz.
Delirdim, kafama elektrik verdiniz…”
“Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı" diye sorup, kısa ömrü boyunca acıyla, geceyle hemhal olduğunu da okudum.
Ama hepsi 40 sene.
Kitaplarına yeniden bakarken, bir cümlesi daha geliyor geceme:
“İnsan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü…”
Yaşamın sonsuzluğu diye bir şey varsa, gecenin sonsuzluğu da var elbette, diye düşünüyorum.
Geceyi uzun yaşamak ömrü kısaltabilir doktor, ama ya “hayat”ı uzatıyorsa?
Her gün gece uykusundan çalınan üç-dört saat… 3-4 saat X 365 gün X 50 yıl meselâ. Kaç yüz bin milyon baloncuk?
Ötesi gecenin ille de gündüzün devamı olması, "herkesin her geceki uykusunu uyuması" gerekmiyorsa… Gece sadece sana aitse… Kaç hayat?
Ama böyle zihin esintileri istek mertebesine ulaşamadan, yastıklarda solup gidiyor.
Kavafis de söyleniyor zaten bir başka geceden:
“Gerçekleşmeden -bir tek ateşli gecenin ya da ayaydın seherin zevkine erişmeden-
geçip giden istekler
yaşlılığı bilmeden göçenlerin cesetleri gibidir.”
Gece bu satırları yazarken, açık pencerenin tülünü yelkenleyen, “lambada titreyen alevi üşüten” bir esinti ulaşıyor masama. (Tülden kanatlarını çırpan gece periciği…)
Bakıyorum… Ağaçtı, kış uykusundaki çimdi, artık sadece dalıyla dikilen güldü, sarıldığı yerde birkaç yaprağıyla hayata tutunan, kokusunu akşamları salan hanımeliydi, hepsi yerli yerinde.
Mevsimini bekliyorlar.
Her dem yeşil çamdı, kaya sarmaşığıydı filan dersen…
Onlara her gün dört mevsim.
Onlar mevsim delisi, kimi o deliliğin gece bekçisi.
Bakıyorum da sabaha eren geceye…
Ayın, sokak lambalarının dışında fazla ışıkları söndürülmüş, sabaha kadar açık, çığırtkansız bir dükkân gibi karşımda uzanan geceye…
Sessizliğin o muhteşem sesine…
Haklıyım.
Gece beşinci mevsim, ikinci hayattır.
Benim gibi şanslıysan süresi, …. saat X 365 gün X 50 yıl…
BİR FİLM/BİR REPLİK
“Her gece kalbimi boşaltıyorum ama her sabah yeniden doluyor.”
The English Patient (İngiliz Hasta), Yön: Anthony Minghella.
(¹)Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk.