Ana SayfaYazarlarGene bir 10 Kasım’da, tarihe dair düşünceler

Gene bir 10 Kasım’da, tarihe dair düşünceler

[9-10 Kasım 2015] Her türlü tarihsel olaya ilişkin yargılarımız, zaman içinde değişime uğrar. Yeni kuşaklar, kendi yaşadıklarından ve karşılaştıkları sorunlardan hareketle, geçmiş hakkında daha önce  akla gelmeyen sorular sorarlar. İster istemez, yaklaşımları daha kurcalayıcı, daha eleştirel olur. Önceki kabulleri tartışmasız benimsemez, hattâ naif bulurlar. Devrimler için de böyle. Zamanında idealize edilir; mutlak surette gerekli ve zorunlu sayılırlar. Açtıkları kapılar önemsenir; kapattıkları kapılar çoğu zaman farkedilmez bile. İlerleme övülür; bedeli üzerinde durulmaz. Liderlik göklere çıkarılır; etrafında kişiye tapma kültleri oluşur. Her söz ve işareti not alınır, ezberlenir, hadis muamelesi görür. Mirasına hiç dokunulmasın, aynen sürsün istenir. Oysa bu imkânsızdır. Asla o çizginin dışına çıkmaması istenen toplum yerinde durmaz, gelişmeye devam eder. Nasıl bir vakitler devrim öncesi kurumlar boğucu ve engelleyici görülmüşse, bu sefer de otuz kırk yıl geride kalan devrimin getirdiği kurumlar boğucu ve engelleyici hale gelir. Eski paradigma çatırdar, hegemonyasını yitirir. Bir zihinsel özgürleşme uç verir ve çorap söküğü gibi gider. Aydınlar, tarihçiler, politikacılar, herkes daha önce görülmeyenleri —  kapanan kapıları, yaşanan acıları, dökülen kanı, ödenen bedeli görmeye başlar. Kaçınılmazlık hissi kaybolur; neden başka türlü olamazdı ki denir. Radikal kopuş yerine evrimci, reformcu devamlılık değer kazanır. Bütün yanlış ve haksızlıklar göze batar. Başlangıçtaki özgürlük, eşitlik ve demokrasi vaadine değil, sonuçta gerçekleşen devrimci diktatörlüğe dikkat çekilir. Merkezinde lidere tapmanın yer aldığı eski siyasal kültür, bütün klişe ve ritüelleriyle birlikte artık eğreti, yadırgatıcı kalır; sevindirmez, utandırır; coşku değil mahcubiyet uyandırır. Artık ülke, gündemindeki hiçbir sorunun çözümü ve cevabını, tarihin hükmü uyarınca kendisi de eskimiş olan o devrimde bulamaz.

 

Mustafa Kemal, sonradan aldığı soyadıyla Atatürk (1881?-1938), son derece reel bir insan ve tarihî şahsiyetti. Modernist bir Türk milliyetçisiydi. Niçin? 19. yüzyılda, kapitalist moderniteye geçişte başı çeken ve daha geriden gelen ülkeler vardı. İkinci tür toplumların elitleri, “gecikmiş”likleri karşısında bir “yetişme” gündemi peydahladılar. Bismarck önderliğinde Almanya’nın, Cavour önderliğinde İtalya’nın, Meiji Restorasyonu’yla Japonya’nın başardığını başaramazlarsa yokolacaklarını düşündüler. Dolayısıyla iş, Batı tarafından yutulmamak için Batı gibi yapma ve olmaya dönüştü. Rusya (sonra Sovyetler Birliği), Çin ve İran deneyimleri de bu açıdan ciddî benzerlik gösterir. Osmanlı İmparatorluğu’nda aynı kaygı daha 19. yüzyılda Tanzimat ve Islahatla kendini belli etti. Yukarıdan aşağı reformlar “Avrupa ordusunun ithali”nden başlayıp eğitim, hukuk ve bürokrasiden geçerek her alana yayıldı. Ama eski kökten tasfiye edilmedi ve yeni ile yanyana, içiçe varolmaya devam etti; böylece ortaya tipik bir Eski Düzen (Ancien Régime) karmaşası çıktı. Öte yandan, zamanla “ara” açılmaya devam ettikçe endişe de büyüdü ve iyice hızlandırılmış bir koşu arayışını besledi. Önce İttihatçılar, ardından daha da net ve kesin, köşeli biçimde Kemalistler, birkaç yüz yıllık bir farkı bir tür cebrî yürüyüşle birkaç on yılda kapatmayı öngördü. Belki Tanzimatçılardan da fazla, yeni yeşeren Türk milliyetçiliğinin bu iki nesli, maddî medeniyetle birlikte Avrupa-merkezciliği de ithal edip içselleştirdi. Batı ile çok çetrefil bir aşk ve nefret ilişkisi peydahladılar. Kendi tarihsel mekânlarını “ilkel” buldular. Avrupa ordu ve valilerinin kolonyal modernizasyon çaba ve programlarını yarı-sömürgelik koşullarına taşıdılar. Tanzimat’ın getirdiği (ve kendilerinin de mensup olduğu) “ileri” devlet ve ordu aracılığıyla “geri” topluma çağ atlatmaya giriştiler. Daha 1908 Jön Türk Devrimi’yle birlikte, İngiliz-Fransız liberalizminden çok, milletin devleti değil devletin ve ordunun milleti yarattığı “Prusya yolu”na meylettiler. Bütün iktidarı küçük bir merkezin elinde toplayarak tepeden inme yöntemlerle topluma şiddetli bir disiplin empoze ettiler. Profesyonel asker-bürokrat kadrolarının baştaki karşı konulmaz hâkimiyetini, sonra vesayetini “ordu-millet” ideolojisiyle meşrulaştırmaya çalıştılar.

 

Mustafa Kemal Atatürk, 20. yüzyıl başlarının bu büyük depremleri içinde yaşadı; Tanzimat’ın “uzun yüzyılı” içinde yetişen ve — ekonominin değilse de devletin ve eğitimin hayat verip kalıba döktüğü — gerçek bir sosyal sınıf haline gelen o aydın-subay-bürokrat zümresi içinden, tartışılmaz askerî-siyasî yetenekleri ve liderlik özellikleriyle sivrildi; çöken bir imparatorluktan yeni bir cumhuriyete geçiş sürecinin tek değilse de birinci aktörü oldu. Doğruları ve yanlışları, bütün bir çağın ve kuşağın doğruları ve yanlışlarıdır. Mustafa Kemal olarak, hayal peşinde koşmadı. Enver Paşa gibi Türkistan uğruna Türkiye’yi feda ve terk eden Turancı fantezilere kapılmak yerine, Osmanlı devletinin enkazından kurtarılabilecek olanı kurtarmak diye tarif edebileceğimiz biricik yapılabilir mütevazi savunma projesinin başını çekti. Parça parça sömürgeleşme tehlikesini bertaraf eden Millî Mücadeleye önderlik etti. Mevcut ama yitip gitmek üzere olan bir bağımsızlığı kurtardı ve yeniden tanımlayarak konsolide etti (dolayısıyla Millî Mücadele deyimi doğru, İstiklâl Harbi deyimi bu şekilde anlaşılırsa gene görece doğru, ama 1960’ların Vietnam özentilerinden kaynaklanan nev-zuhur Ulusal Kurtuluş Savaşı deyimi kesinlikle yanlıştır). Ardından, zaten hep taktik sınırlar içinde tuttuğu ve asla doktrinleştirmediği, ezelî ve ebedî bir düşmanlığa dönüştürmediği anti-emperyalizmini frenledi ve modernizmini milliyetçiliğinin önüne geçirdi. 1914-18, 1919-22 arasında savaştığı Batı ile 1922-23’ten itibaren hızla barışmasını bildi. Atatürk olarak, bu çerçevede “cebrî yetişme”ciliği canlandırdı ve en üst kerteye çıkardı. Neyi yıktığı çok önemlidir: eskiyi radikal biçimde tasfiye etmek suretiyle, 19. yüzyılın eski-yeni birlikteliği ve içiçeliğine son verdi. Buna, “halk için, halka rağmen”ci bir otoriter modernizmin inkılâpları eşlik etti. Hepsi, muazzam bir lider kültü etrafında örülen devletçi-milliyetçi bir siyasal kültürle çevrelendi ve payandalandı. Bütün bir döneme Tek Adam ve Tek Parti damgasını vurdu. Hele 1930’ların “kültür devrimi” denemesi, başta Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve öztürkçeciliğiyle, tam bir felâkettir. Çevresinin maalesef her dediğine biat ettiği amatör bir tarihçi ve lingüist olarak Atatürk, bırakın bugünü, o zaman dahi dünya bilim âlemi karşısında sınıfta kalırdı (nitekim kaldı da). Gene aynı yıllarda Türk korporatizmi birçok bakımdan Faşizme ve Nazizme hayli yaklaştı. Şahsen Atatürk değilse bile, partisi içinden bu flörtü çok daha ileri götürmek isteyenler çıktı.

 

Ben (“sürekli gözden geçirmecilik” diye tanımlayabileceğim sözlük anlamıyla) revizyonist bir tarihçiyim. Ama revizyonizmin de sınırları var. Herşeyi toptan aklayan bir uçtan, bu sefer herşeyi toptan karalayan bir başka uca savrulmamak lâzım. 2015’ten dönüp baktığımızda, İstiklâl Harbi çok gerilerde. Bugün Türkiye, Kemalizmin mirasını daha çok otoritern modernizmi ve yarı-militarist vesayet rejimi boyutuyla tartışıyor. Bu kadarı doğru ve haklı. Ama geçmişin Jakoben toplum mühendisliğinin (social engineering) eleştirilmesi, geçmişin bu sefer bir çeşit “ters-mühendisliğe” (reverse-engineering) tâbi tutulabilmesi demek değil. Başka bir deyişle, T.C.’nin getirdiklerini tarihin normal mecrasından bir sapma, olmamış olması gereken bir tarih, ya da toptan yıkılıp yeniden yapılacak bir hatâ, belki ampüte edilecek bir uzuv sayamayız. Faraza Cumhuriyetçiliğe karşı Osmanlıcılık, çok ters bir metafiziğe ve kutuplaşmaya götürür. Yöntemin “yanlış”lığı veya sevimsizliği, bu yolla yaratılan her kurumun faydasızlığı anlamına gelmez. Ayıklamak şart: Türkçülük, genel olarak otoritarizm ve özel olarak otoriter laiklik, her türlü etnik-dinî ayrımcılık, hattâ etnik temizlikçilik, bilhassa Kürtleri inkâr. Bunlar ve benzerleri gitmek zorunda. Özetle, en fazla değişmesi ve demokratlaşması gereken şey siyasal kültür. Ama (doğru tarihten doğru politikaya hızlı bir geçiş yaparsak) İslâm-Osmanlı mirasından tümüyle kopmaya kalkışmak ne kadar yanlıştıysa ve nitekim sonuçta başarısız olduysa, Cumhuriyet mirasını toptan reddetmek de Türkiye’yi dağıtabilir. Üstelik ortada, toplumun tamamı için birleştirici olabilecek, bu ülkeyi bir arada tutabilecek başka tek bir sembol, tek bir figür de yok. 1 Kasım sonrasının AKP’si bunu kavramazsa son iki yılın içine kapanma deformasyonunu aşamaz ve yeniden diğer kimliklere, özellikle CHP’ye ve tabanına ulaşamaz. Bu da birleştiricilik ve normalleşme açısından çok sorun yaratır.

 

1910 ve 20’lerden 40’lara, başka bir Türkiye vardı. Sosyal ve kültürel mahremiyetine en iyi Memleketimden İnsan Manzaraları’yla Nâzım Hikmet’in girdiği bir Türkiye. 1960’lar ve 70’ler solculuğu bir bakıma hâlâ o Türkiye’den yola çıkıyordu. Nostaljiyi bırakalım. Atatürk’ün ve Nâzım’ın Türkiye’sinin yaslandığı toplum sözleşmesi bitti, tükendi. 21. yüzyılın şafağındaki Türkiye’nin ise yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyacı var. Daha epey süreceği anlaşılan şimdiki geçiş sarsıntıları içinde, yeni Türkiye’nin bu gerçekten büyük tarihî kişiliği ve genel olarak Cumhuriyeti, her türlü ululama sıfatından ayıklayıp sekülerleştirir, kutsalsızlaştırırken, aynı zamanda daha sağlıklı ve dengeli bir konsensüse oturtabileceğini umuyorum.   

 

 

 

 

- Advertisment -