Bugün ne genel anlamda Orta Doğu, ne de özel olarak Suudi Arabistan konusunda derinlikli araştırmaların ve çalışmaların varlığından söz edilemez. Keza bölgeye dair telif edilmiş bir tarih külliyatından da bahsedilemez. Zira Arabistan Yarımadası söz konusu edildiğinde tarih genel bir alışkanlıkla iki noktada kesintiye uğratıldığından, bütüncül bir yaklaşıma varmak da ne yazık ki güçtür. Öyle olunca, geriye kısıtlı kavram bloklarıyla son derece karmaşık tarihi ilişkilerin anlaşılması gibi zor mu zor bir iş kalmaktadır. Tarihin iki noktada kesintiye uğratılması ele alınan konuların da parçalanmasına, netice olarak zihnin ilişkisiz ve soyutlamadan uzakta bir işlev görmesine yol açmaktadır. Alakası kurulamamış karineler de böylece muallakta kalmaktadır. Misal olarak, İsrail, tarihin iki noktada kesintiye uğratılması yüzünden modern bir konu şeklinde ele alınmakta, dolayısıyla tavırlar da modern zamanlara uygun olarak şekillenmektedir. Kudüs’ün Kahire, Şam, İstanbul, Tahran, Cezayir ve diğer şehirlerdeki Yahudi varlığı ile ortak geçmişi arasında nitelikli bağları kurulamamaktadır. Orta Doğu’nun bu husustaki geçmiş tecrübesi bambaşkadır. Bugünkü kabuller ise geçmiş deneyimlerin aksine hem nitelikli modernist, hem de nicelikli Batıcıdır. Konuya ilişkin başka bir misal ise Arapların yaşadıkları coğrafyalarda çizilen sınırların göreceliliği ve işlersizliği verilebilir. Çöl zaten bir sınır çizilmesine müsaade etmez. Sınırlar Arapçanın konuşulduğu ya da konuşulmadığı yerlerin arasından geçer. Nebatilerden Gassanilere kadar süre gelen ve Arab-ı bâkiyenin bugün Arapça konuştuğu coğrafyanın, geleneğe uygun olarak, Arabistan olarak adlandırılması doğru olacaktır. Bu yüzden Arabistan’daki sınırların büyük çoğunluğunun bizatihi çöl olması siyasi sınırları hükümsüz bırakmakta ve izafi olarak kabul edilenlerinde de tartışmalara yol açmaktadır. Dolayısıyla, Orta Doğu ve Arabistan söz konusu olduğunda kabul edilmiş ya da ettirilmiş doğrulardan çok unutulmuş geçmişin hatırlanarak ve bugünle bağı kurularak düşünülmesi yeğdir; çünkü bu çok daha doğrudur.
Söz konusu Orta Doğu olduğunda genellikle sebepler sonuç, sonuçlar da sebep olarak anlaşılmaktadır. Öyle olunca ne olan bitenin farkına varılabilmekte, ne de olacağın tahminine girişilebilmektedir. Her şeyden önce ön yargılarla fikri bagajlardan uzakta bir berraklıkla düşünmek gerekirken öyle olmamakta, katılabilecek tüm tali meseleler hiç gereği yokken işin içine katılmaktadır. Sonuç olarak su öylesine bulandırılmaktadır ki, bu sayede görünmek istenen de görünememektedir. Bugün Orta Doğu ve hassaten Suudi Arabistan anlaşılmak istendiğinde ise durum az ya da çok bu şekildedir. Coğrafya, bölge ve tartışma alanları ile olan bitenler karmakarışık duruma bir dönüşmüş durumdadır. Oysa meselelerin anlaşılabilmesi için ilkin tasnif edilebilmeleri, sonra da alakasız konulardan arındırılarak anlaşılmaları gerekmektedir. Zaten son Katar probleminde de bu anlamsız yaklaşım biçiminin zihni nasıl paralize ettiğini görmek mümkün olabilmiştir.
Orta Doğu’nun genleşmesinden kasıt, hem yerlilerin hem de dışarlıklıların bölgedeki nüfuzlarını her bakımdan genişletmeye matuf askeri, siyasi ve ekonomik adımları atmasıdır. Bölgenin burada tekrar edilemeyecek kadar çok özelliği ilgi çekmektedir. Müdahil olanların ilgisi, kullanılan enstrümanlar, izafi sınırlar içinde alınan politik kararlar bölgeyi dinamik bir konumda olmaya zorlamaktadır. Tarihi anlaşmazlıkların itici güç olarak hatırlatılarak dolaşıma sokulması ise genleşmenin bir başka motive edici unsuruna dönüşmektedir. Bazen enerji, bazen ticari gereklilik, bazen de jeopolitik mecburiyetler yüzünden sürekli gündem olan Orta Doğu’nun tabiatı bu bakımdan genleşmeye uygundur. O yüzden tarih boyunca bunun örnekleri arandığında bulmak muhtemeldir.
Orta Doğu’nun modern zamanlardaki ilk genleşme eğilimine girmesi modern bir devlet olarak İsrail’in 1948’de kurulmasıyla başlamıştır. Zaman süresince dalgalı bir seyir izleyen Orta Doğu’nun bu ilk genleşmesi 1958 yılında bir siyasi proje olarak ölü doğan Mısır ile Suriye’nin meydana getirdiği Birleşik Arap Cumhuriyeti’yle de sona ermiştir. Farklı gerekçeleri olsa da bu devletin öncelikle 1955 tarihli Bağdat Paktı’na, sonra da ne olduğu henüz anlaşılamayan İsrail’in fiziki varlığına muhalefeten ortaya konmuş olduğu söylenebilir. Ne var ki Orta Doğu coğrafyasındaki modern zamanların bu ilk genleşmesi Arapların zamansız ve tamamen milliyetçi özgüvenlerinin bir neticesiyle giriştikleri 6 Gün Savaşları ile sona ermiştir. Zaten daha sonrasında da hem Bağdat Paktı’nın hem de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin akıbeti az çok meraklısına aşikardır. Kuşkusuz bölgedeki genleşme temayülleri tarihte olduğu gibi sonlanmamış sadece kısa süreli bir duraklamaya uğramıştır. Aslında bugünkü genişleme dalgasını anlamak için modern zamanların bahsi edilen ilk genişleme hareketi üzerinde uzun uzun durmak ve anlamaya çalışmak gerekmektedir.
İkinci genleşme dalgası, herhalde, Arap Baharı olarak adlandırılan süreçle başlamış olmalıdır. Bu genleşmenin iki kurucu ögesi bulunmaktadır. İlki Arapların demokrasi isteği ile yeni devlet nizamları talep etmelerinin sosyolojik ve daha sonra da politik etkiler doğurmasıdır. Arap Aklı’nın yeni bir söyleme duyduğu ihtiyaç, biraz yerelin biriktirmesi biraz da harici zorlamayla görünür hale gelmesi, domino etkisi göstermiş, Arapların siyasi organizasyonlarını ardı ardına etkisi altına almıştır. Politik destabilizasyondan söz edilebilecekken değişen şartların Araplar üzerinde oluşturduğu tazyik Arap devletleri bazında bir genleşmeyi zorunlu kılmış bulunmalıdır. Kuşkusuz bu genleşmede harici unsurları bir yere not edip konuya odaklanmak daha doğru olacaktır. İkinci kurucu öğe ise Orta Doğu’da değişmekte olan sınırlar ve güç dengelerine intibak etmek ihtiyacı, dahası mecburiyetidir. Dünyanın geri kalan kısmında görülen değişimler Orta Doğu’da da söz konusudur ve parçalar bütünden ayrı değerlendirilemezler. Orta Doğu’da sınırlar biraz da çağın küresel güçlerince belirlenen şartlara uygun olarak değişmektedir. Belki de, kısmen de facto olan durum artık de jure hale dönüştürülmektedir.
Birincide olduğu gibi ikinci genleşme dalgasında da etkinlik coğrafyası iki biçimde kendini görünür kılmaktadır. Siyasi güçler Orta Doğu’da iki biçimde genişleme marifetinde bulunmakta, bunun için de nüfuz alanlarını ya fiziki ya da zihni olarak genişletmektedirler. Açıkçası zamanın ruhuna uygun olarak fiziki genişleme zihni genişlemenin ardından gelmekte olup hem daha az masraflı hem de uzun süreli etkin sağlayacak niteliktedir. Fiziki genişleme ise altyapı masrafları dahil olmak üzere sürekliliğin sağlanmasında ciddi yatırımlara ihtiyaç duyduğundan çok daha pahalıya mal olmaktadır. Bu yüzden de genişletmelerin fiziki olarak yapılması, eğer jeostratejik anlamda elzem değilse, geri bıraktırılmaktadır. Ancak durumun ciddi olarak telakki edildiği alanlarda politik üstünlük kurmada kullanmak için fiziki genişlemelere önem verildiği unutulmamalıdır. Bugün Orta Doğu’da her iki genişleme akımına da rastlanılmaktadır. Yerel olsun ya da olmasın, bölgedeki devlet ve siyasi görüşlerin kurdukları ittifaklar, örnek olarak Suriye ve Yemen’deki ön alma çabaları, bu kapsamda ele alınabilir. Çünkü her iki alanda da mevcut durumun üstünlüğü ancak toprağa hakimiyet ile sağlanabileceği düşünüldüğünden fiziki genişlemeye müsait bir ortamın oluşturulması tercih edilmektedir. Bununla beraber, mesela İran’ın, Yemen ve Suriye’deki duruma vekaletle müdahil olmasını zihni genişlemeye dahil etmek gerekir. Ancak durumun kırılganlık yanında çok katmanlı yapısı, sanıldığı üzere, vakıaların doğrudan doğruya ne fiziki ne de zihni olarak tanımlanmasına kolaylıkla izin vermemektedir. Fakat sonuçları itibariyle böylesi vasıflandırmalar bir mecburiyettir. Bilhassa gerek doğrudan, gerekse vekaletler üzerinden yürütülen askeri ve politik manevralarla hem laboratuvar hem de gerçekleştirme alanı olarak kullanılan Orta Doğu’nun sayısız müdahaleye maruz kalması onun kontrolsüz bir biçimde genleşmesine yol açmaktadır. Burada mühim olan tarafların genleşmenin durması sonrasındaki kazanacakları konum, elde edecekleri fayda, sağlayacakları nüfuzun nitelik ve nicelikli büyüklüğüdür. Bu yüzden Orta Doğu’nun genişlemesi, bir bakıma onun kaderidir.
Orta Doğu genleştikçe bölgedeki bütün ülkeler de genleşmektedir. Doğal olarak Suudi Arabistan da bu gelişmelerden payını alarak genleşmektedir. Genleşme ise güç ve kuvvet melekesinin maddi ve ölçülebilir bir biçimde fiziki alandan zihni alana değin yaygınlaştırılabilecek bir etki alana dönüşmesine karşılık gelmektedir. Sınırlar proaktif akılların bir ürünü olduklarından üzerinde oynamalar yapılmasına kuşkusuz imkan tanırlar. Fizik alanında madde nasıl uzayda kapladığı alanda ve sınırlarında değişikliklere tepki veriyorsa bölgenin göreceli sınırları da etkilere o nispette tepki vermektedir. Suudi Arabistan’ın bölgenin mahiyetine ilişkin verdiği tepkileri başlıca alanlarda göstermektedir. Hiç kuşkusuz Suudi Arabistan’ın bu genişleme çabasının onun yeni Orta Doğu’ya intibakı anlamında anlaşılması gerekir.
Suudi Arabistan Arap Baharı sonrasında durumu failleri denli çabuk analiz edemese de muhtemelen bölgedeki diğer ülkelerden daha çabuk fark edebilmiş olmalıdır. Bu kapsamda öncelikle intibaka yönelik yeni bir yönetim yapısı kurmanın gerekliliğine karar vermiş ve ülkedeki yönetim aygıtını yeni döneme uygun bir yapıya dönüştürmeye başlamıştır. Gerek Suud Klanı içindeki ailevi düzenin yeniden kurulması, gerekse tüm geleneklere karşın yeni veliaht tayinini bu minval içerisinde değerlendirmek gerekir. Son beş yıl içerisinde atılan adımlar yanında verilen kararlar bunun bir neticesi olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir. Bilhassa ekonomik temelli olduğu düşünülen Vision 2030 dönüşüm programının Suudi Arabistan’ın nitelikli intibakıyla alakalı olduğu açıkça ortaya konmaktadır. Programın, eksiklerine karşın karmaşık ilişkileri bulunan ve bir kabileler federasyonu olan Suudi Arabistan’ın yeni Orta Doğu’ya adaptasyonunun en somut metinlerinden biri olduğu söylenebilir. Suudi Arabistan genleşen Orta Doğu’ya ilk cevabı işte bu metinle vermiş ve ekonomik temelli bir cevapla sosyal düzenini değiştirme iradesini ilan etmiştir. Bu alandaki başarı ise Orta Doğu’nun geleceği, Suudi Arabistan’ın yeni genç yönetiminin göstereceği irade ve Suudi Arabistan elitlerinin kısmen ikna edilmesine bağlıdır. Suudi Arabistan bu devasa dönüşüm için gerekli olan finansman kaynağını Saudi Aramco adı dev şirketin hisselerinden elde edeceğini duyurmuştur. Ne var ki gelecek kuşakların yararına matuf olarak yeni finansman kaynakları oluşturarak gelirleri çeşitlendirme yoluna gitmektedir. Henüz sembolik olsa da petrol sonrasına yönelik enerji yatırımları yapılmakta ve Suudi Arabistan farklı bir çehre içerisinde değerlendirilmeyi beklemektedir.
Suudi Arabistan’ın Arap Baharı sonrasında çaldığı alarm zillerinde ne derece haklı olduğu ortaya çıktığı sonradan anlaşılmış bulunmalıdır. Öncelikle Suriye ve beraberinde Yemen meselelerinin bazı bakımlardan doğrudan, bazı bakımlardan da dolaylı biçimde genişlemesi Suudi Arabistan’ın egemenlik alanlarına müdahale olarak algılanmıştır. Kuşkusuz bu algı uzun erimli düşünüldüğünde Riyad’a uzak görünen coğrafyalardaki ateşin çöle sirayet edeceğini tahmin etmek Suudi yöneticileri tarafından zor olmasa gerektir. Nihayetinde bu tehlikenin farkına varılarak en azından Yemen’de görünür bir cephe hattı oluşturulmaya çalışılmıştır. Geleneksel rekabetin yerini vekaletle sürdürülenlerin almış olması Suudi Arabistan’ın da yeni yollarla mücadele etmesine yol açmıştır. Suudi Arabistan, kendine yöneldiğini düşündüğü tehlike farkına varılır varılmaz yaptığı ilk iş teröre karşı bir işbirliği önerisinde bulunmak olmuştur. Öneri ilk etapta memnuniyetle karşılanmış ve coğrafyadaki diğer Müslüman ülkelerin de teveccühü ile yaşama geçirilmiştir. Bu çerçevede başını Suudi Arabistan’ın çektiği ve karargahı Riyad’da olan otuz dört ülkeden müteşekkil Teröre Karşı İslam İttifakı 14 Aralık 2015 tarihinde kurulmuştur. Başlangıçta İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinden hareketle oluşturulan bu yapılanmanın üye sayısı artmış olsa da işlevsiz kaldığı söylenebilir. Zira bilhassa Yemen’de kullanılmak istenen bu ittifak ölü doğduğu için bir işe yaramamıştır. Galiba ittifakın Suudi Arabistan’ın genişleme hedefleri için bir manivela olarak kullanılacağını ilk Türkiye fark etmiş, bu yüzden sıcak çatışmalardan uzakta kalmaya özen göstermiştir. Zamanla üye sayısı artsa da teşkilatta Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi üyelerinden başka etkin kimsenin kalmadığı görülmektedir. Diğer bir politik genişleme enstrümanı olarak Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Trump’ın Melik Selman ile ilan ettiği Riyad Deklarasyonu gösterilebilir ki bu girişimde de belirgin bir başarıdan bahsedilemez. Çünkü her iki siyasi projede de Suudi yönetiminin yarımadada genişleme politikalarına meşruiyet kazandıracak öğelerin olduğu söylenebilir. Suudi Arabistan’ın bir başka genişleme enstrümanı olarak kullandığı ve açıkçası bu hedefe yönelik olarak da idare ettiği Körfez Ülkeleri Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi safların belli edilmesi ile ilgili bir görev ifa etmektedir. Tüm bu enstrümanlar Suudi Arabistan’ın genleşen Orta Doğu’ya intibakı ile ilgili ilgidir. Son tahlilde Suudi Arabistan’ın başını çektiği ülkeler ile Katar arasında yaşanan gerilim de bu bakımdan bir genişleme meselesidir. Katar probleminde her ne kadar küresel güçlerin dahli söz konusu olsa da Suudi Arabistan’ın güncel şartlara uyarak yarımadadaki siyasi birliği tesis etmesini genişleme hamlesi olarak okumak belki daha doğru olacaktır.
Suudi Arabistan’ın zihni anlamdaki kültürel ve politik genişlemesi sadece Katar’la sınırlı ele alınmamalıdır. Öyle ki Yemen’de İran’la giriştiği örtük rekabetin bir bakıma eski hesapların görülmesi ve bitmek tükenmek bilmez Arap birliğinin inşasıyla da bir alakasının kurulması gerekmektedir. Burada uzun uzadıya sıralanması gerek görülmemektedir. Ne var ki Suudi Arabistan’ın yarımadadaki hemen tüm ülkelerle çözüme tam anlamıyla kavuşturulmamış sınır problemleri vardır ve bunlar buzdolabında bekletilmektedir. Ancak Suudi yönetiminin yarımadanın fiziki ya da en azından siyasi birliğini muhafaza etmek isteyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Riyad yönetimi bölgede siyasi nüfuzunu genişletmenin dışında fiziki adımlar da atmaktadır. Mısır’a ait olan ve İsrail ile Ürdün’ün Kızıldeniz’e çıkış noktaları üzerinde bulunan Sanafir ile Tiran adalarının Suudi Arabistan’ın egemenliğine geçmesini misal olarak vermek mümkün görünmektedir. Riyad yönetiminin benzer girişimleri en azından sınır tashihi ile Yemen’de de yapacağını ummak gerekir.
Suudi Arabistan’ın yumuşak güç anlamındaki kültürel ve politik genişlemelerini Faysal bin Abdülaziz dönemine dek götürmek mümkündür. Müslüman ülkelerle yapılan karşılıklı anlaşmalar yanında eğitim alanındaki kimi kez aleni kimi kez de örtük işbirlikleri 1970’lerden sonra Suudi Arabistan’ı hızla görünür kılmıştır. Petrol gelirlerinin yüksek fikirlerin yayılması ve yumuşak gücün etkileyici bir konuma getirilmesi için cömertçe harcanmış olması mühim bir gayreti ifade etmektedir. Kuşkusuz bu adımlar Suudi Arabistan’ın bölgede ve dünyada Müslümanları himaye edici bir konumda görülmesine yol açmıştır. Geçen süre boyunca bu algı örselenmiş olsa bile halen Suudi Arabistan’ın genişlemesine katkı yapacak nitelikleri haizdir. Keza Suudi Arabistan da Müslüman dünya için olmasa bile Arapça konuşulan bölgelerdeki bu üstünlüğünü korumayı hem bir prestij hem de bir beka sebebi olarak kabul etmektedir. Zira Hicaz’ın Müslümanlar nezdindeki tartışılmayacak önemi yanında elitlerinin politik ve ideolojik bagajları da Suudi Arabistan’ın pivotluk rolünü sürdüreceğinin bir işareti olarak algılanmalıdır. Ne var ki Müslüman dünya içinde ekonomik ve siyasi gelişmelerin yol açtığı imkanlar Suudi Arabistan’ın bu liderlik etme isteğiyle sürtüşmeye yol açacak yeni siyasi güçleri önüne çıkartmaktadır. Bu bakımdan Suudi yönetimi bölgedeki yeni durumun farkında olup genişlemesini de bu bağlam üzerine oturmaktadır. Dolayısıyla umulmadık politik mücadeleler kapı önündedir.
Neticeten, Suudi Arabistan Orta Doğu’daki dengelerin değişmekte olduğunun çok yakından farkındadır. Farkındalığının sebebi olarak küresel güçlerle yakın ilişkileri, tanıklıkları ve etkinlikleri gösterilebilir. Proaktif hamlelerle önemler alması gerektiğini görmekte, bulunduğu coğrafyadaki değişiklikleri etkileme girişimlerinde bulunmaktadır. Böylece Orta Doğu’daki değişen yeni statükoya uyum sağlayıcı önemleri almak niyetini hem ekonomik, hem politik, hem de diplomatik adımlarıyla göstermektedir. Son manevralarıyla Suudi Arabistan, çetinleşen mücadelede atacağı adımlara engel olmak isteyenlerle hem soğuk hem de sıcak savaşa girmekten çekinmeyeceğini açıkça izhar etmiştir.
Suudi Arabistan’ın karmaşık ve enerji odaklı diplomasi modellemesini değiştirme kararı hareket serbestisini genişletme amacına matuftur. Çünkü Suudi Arabistan, etki alanını bir an önce ve nitelikli bir şekilde değiştirmemesi durumunda ne ile karşı karşıya kalacağının hesabını yapmış durumdadır Suudi Arabistan’ın hattan ziyade satıh anlamında, en azından yarımada sathında bir mücadeleye girişmesinin kaçınılmazlığını kabul etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zira kaçınılmazlık, bekasının bir gereğidir ve Suudi Arabistan her ülke gibi bundan geri adım atmayacağını kurduğu ittifaklar, verdiği tavizler ve oluşturduğu politikalarla ilan etmektedir.
Orta Doğu’da değişen düzene Suudi Arabistan’ın verdiği en esaslı tepki, değişmeyle senkronize bir şekilde genişleyen etki alanını yayma kararı olmuştur. Orta Doğu genleşmektedir; dolayısıyla Orta Doğu’yu oluşturan ülkeler ve siyasi güçler de genleşmektedir. Suudi Arabistan da bu genleşmeden payına düşeni almakta, sonuçta genleşmenin bir neticesi olarak yeni enstrümanlarla bölgede etkisini yaymaktadır. Kuşkusuz karşılıklı genişlemeler ilkin nazik sürtüşmelere yol açmakta, sıklaşan anlaşmazlıklar ise yeni rekabet alanlarının doğmasına sebep olmaktadır. Böylece Orta Doğu’da alışıla gelen dostluklar ve ittifaklar, geleneksel işbirliklerini tehlikeli süreçlere doğru yönlendirmektedir. Netice olarak yeni bir Orta Doğu kurulmaktadır.
Genleşen Orta Doğu’da Suudi Arabistan’ın yeni konumu, kuşkusuz, en çok Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Ne var ki, Türkiye’de, Suudi Arabistan’la olan ilişkilere dair çok ihtiyaç duyulan orta ve kısa vadeli planların yapıldığından henüz bahsedilemez. Çünkü bu hususta emarelerle karşılaşılmamaktadır. Keza Katar vakasındaki gibi yumuşak manevralarla sorunların yumuşatılmaya çalışıldığının görülmesi de bu husustaki beklentilerin uzayacağının bir işareti olabilir. Ancak, alarm zillerinin çalmasını gerektirecek asıl husus bölgede adı konmayan güçlü paktların kuruluyor olmasıdır. Bu gelişme, yakın gelecekte yeni problemlerin sökün edeceğinin karinesi olarak değerlendirilebilir. Bilinmesi gereken en yalın hususlardan biri politikaların yavaş olmakla birlikte net bir biçimde bölgedeki ülkeleri rekabet edici bir konuma sürüklediğidir. Bahsi edilen paktlar bunun için kurulmaktadır. Başat ülkelerin etki alanları süratle bir birlerinin egemenlik alanları üzerine doğru bir seyir izlemektedir. Hızla, nitelikli politik ve diplomatik önlemlerin karşılıklı güven artırıcı bir şekilde alınamaması durumunda, menfaat çatışmaları kaçınılmaz olacaktır.
Orta Doğu’nun genleşmesi, bununla birlikte Suudi Arabistan’ın bu genleşmeye verdiği tepki, intibak şeklinde olmaktadır. Suudi Arabistan’ın yeni siyaset düzeninin anlaşılıp tartışılması bölge için son derece önemli ve hayati bir meseledir. Bölgede olan bitenlerin mevzi ve geçici anlaşmazlıklar olduğu iddia edilebilir. Ne var ki genleşme sürdüğü müddetçe rekabet sahasının sürmesi de kaçınılmazdır. Nufud’un üzerinden henüz yüz yıl geçmişken yeni düzende Türkiye’nin önünde cevaplanması gereken iki mühim soru durmaktadır: Bu soruların ilki, Suudi Arabistan’ın Türkiye’nin ciddi rakibi olup olamayacağı üzerinde derinlikli bir biçimde düşünülüp düşünülmediğidir. İkinci ve daha yakıcı bir diğer soru ise olası bir rekabet durumunda hayata geçirilecek uzun erimli politikaların planlanıp planlanmadığıdır. Bugün Orta Doğu hızla genleşmekte, tarih hızla akmaktadır. Bu hızla akan tarih ise unutulmamalı ki dostları düşman düşmanları da dost yapacak niteliktedir. Neticede cumanın gelişi perşembeden bellidir!