<<Bir tren istasyonu mu olsun; yok, oraya giden insanların bir amacı var. Amacı olmadan dolaşmaya çıkmış; zamanın önüne çıkaracaklarına kendisini teslim etmiş insanların karşılaşabilecekleri bir yer olsun. Bir park meselâ. Herkesle ortak, herkesin içinde, herkese rast gelebileceğiniz bir mekân. İşte öyle bir parkı barındıran bir şehirmiş karşılaştığımız. Ne senin doğduğun, büyüdüğün veya belli zamanlarda gittiğin şehirlerden biriymiş; ne de benim. Kim bilir ne için gitmişsin; kim bilir ne için gitmişim. Kim bilir ne yaparken bir ara vermişler senin işine. Benimkine ise daha vakit var. Yüzümü gökyüzüne çevirmişim. Güneş bir görünüyor, bir kayboluyor. Birkaç damla düşmüş bir vakit evvel gökten. Masalı bitiren elma muamelesi yaparım diyorum yağmura eğer başlarsa. Sanki birazdan başlayacak bir masalın içine düşmeye hazır gibiyim.>>
Bir keman konçertosu içinde, bestekârın, bırakın icra edenin yorumlamasını, notaları bile yazmasını serbest bıraktığı (cadenza denen) kısımlardan birini dinledim az önce. Yukarıdaki paragraf, bu kısmı dinlerken gözümün önüne gelenler. İnternette dinlediğim radyonun bir teması var tabii; ama bu tema içinde kim, ne zaman, ne söyleyecek bilmek istemiyorum. Program orada duruyor olmasına karşın bakmıyorum; sürpriz olsun. Hiç duymadığım bir motif ile tanışayım; yolda yürürken aklımda sık sık tekrarladığım bir bölümün farklı bir yorumunu duyayım. Hattâ çok beğendiğim bir parçayı, o sevdiğim yorumuyla daha sık çalmaları için geri bildirimde bulunayım. Hem kendimi, kendime dokunmadan hissetmemi sağlıyor radyo, hem de diğer dinleyicilerle, direkt olmayan, lâkin sahici bir ilişkim olduğunu düşündürüyor.
Özel bir kulaklığım olsa; canım istediğinde, dinlediğim parça ile ilgili ayrıntıları aktarsa bana; şöyle arkadan, hafif kısık bir sesle. İlk bestelendiği zamanı söyleyebilir; o zaman diliminde bu akımla ilgili başka örnekler, bestecinin başka eserleri, edebiyatla ilişkisi, meselâ mektupları olabilir. Acaba kulağımı hem müziği, hem de arkadan gelen bu malûmatı birlikte anlayacak şekilde terbiye edebilir miyim? Bilmem. Ama biraz üzerinde yazınca anladım; kullanmam sanırım. Bazı konserlerden önce, konser ile ilgili yukarıda saydığım türden enformasyonu bilmek hoşuma gidiyor. Hattâ konser öncesi, orkestradan bir kişinin, bazen şefin katıldığı söyleşilerde bulunmak heyecanlandırıyor beni. Konser sırasında, müziği dinlerken, kendimi bu malûmatla ilgili çeşitli hayaller içinde buluyorum. Bununla beraber, müziği dinlerken bunların aktarılması, bırakın algımı zenginleştirmeyi, fakirleştirir diye düşünüyorum.
Benzer malûmatı, artık zenginleştirici mi dersiniz, yoksa gerçeklik arttırıcı mı, yediğiniz bir makarna sosu için de birisi size iletebilir, öyle değil mi? Dilerseniz, sosu tatmadan önce, sosun içinde bulunabilecek her türlü bitkiyi parmaklarınız arasında gezdirir, koklar ve sosu daha sonra tadarsınız. Böylece, sosun içindeki bileşimin içeriğini algılayarak aldığınız lezzetin adını koyabilirsiniz. Ya da siz bir yandan yerken, birisi sosun içinde olanları, bu malzemeler kullanılarak sosun nasıl yapıldığını, benzer veya farklı sosları, çıktığı kültürleri aktarabillir. Sanırım ikinci seçeneği yemek bittikten sonrası için tercih edebilirim. İlkini ise uygulamak eğlenceli geldi şimdi.
İşitme, tatma ve koklamadan sonra, görme duyuma getiriyorum, lâfı tahmin etmiş olacağınız gibi. Diyelim ki daha önce hiç vakit geçirmediğim bir şehirdeki tren istasyonuna gidiyorum. Böyle zamanlar için hazırlanmış gözlüğümü takıyorum. Otelden çıkar çıkmaz, ilk olarak hangi otobüse bineceğim, nerede aktarma yapacağım; sağ camın hemen altında beliriyor. Otobüse bindikten sonra, gittiği caddeüzerindeki dükkânlar, alışveriş mekânları, eğlence merkezleri birer birer geçmeye başlıyor sol camın üst köşesinde. Daha önce bu gözlüğü taktığımda hangi tip mekânları daha fazla ziyaret etmişsem, onlar biraz daha koyu renkte çıkıyor. Sağ camın altında, bir sonraki aktarmaya ne kadar kaldığı ve aktarmaya ilişkin bilgiler akmaya devam ediyor. Evet, haklısınız; bunun gibi bir gözlük yapıldı. Sanki akıllı bir telefonun birden fazla penceresi her an açıkmış; elinizde tutmak yerine, sürekli gözünüzün önünde bir yerde duruyormuş gibi. Böylesi “arttırılmış gerçeklik” (augmented reality) uygulamaları hiç de fena değil galiba. Öyle mi? Akıllı telefonlar vücudumuzun bir parçası olmayı nasıl becerdiyse, bu gözlükler de becerir eminim.
Nasıl telefonu dilediğimde yanıma almıyor veya kapatıyorsam, gözlüğü de çantamda unutmayı başarabilirim, değil mi? Gündelik hayatta kendime ayıracağım vakit ile sürekli bitirme uğraşı içinde olduğum gereklilikleri birbirinden ayırabiliyor muyum? “Arttırılmış gerçeklikler” yardımıyla, sürekli çoğaldığı algısına kapıldığımız belirsizlikleri ortadan kaldırmaya çalışırken, daha fazla enformasyonun bize akmasına izin vermek suretiyle sağlıklı kararlar aldığımıza ikna olmaya çalışıyoruz. Geçmişteki seçeneklerimiz, bize benzetilmiş kişilerin tercihleriyle birlikte bir potada karıştırılıp yoğrularak ve ağırlıklandırılarak, özgür verdiğimizi sandığımız kararlar olarak karşımıza gelmeye devam ediyor. En sık karşımıza çıkan kalıplar “eskiden bunu burada yapmıştınız, şimdi de orada öneriyoruz; sizden önce şunu seçenler, şunları da seçiyorlar” cümleleri. Diğer kişilerden farkım, “güvenlik” nedeniyle sürekli taşımam istenen bir kartın üzerindeki farklı numaralardan ibaret oldu. Çalıştığımız işkollarının büyük çoğunluğunda otomasyona geçildi derken, bizler de tek tipleşme sarmalına girdik. Arttırıldığı iddia edilen gerçeklik, geçmişimi başka geçmişlere benzeyen bir kümenin içine koyarak yeniden bana sunmaksa, bu kümelerin önce tektüreleşeceğini, sonra azalacağını düşünmem çok mu âfâki?
Çok sık yaşadığım ve her seferinde “evet, böyle yapmalıyım” dediğim bir tercih üzerinde konuşmak istiyorum. “Karşıya geçiyorum.” İstanbul’da yaka değiştirenlerin ifadesi. İzmir ile ilgili sonra konuşuruz; “yaka” orada biraz daha derin olabilir! Bulunduğunuz yaka var; zamana daha çok gereksinim duyduğunuz, koşuşturduğunuz taraf. Bir de karşısı var. İki yakada birden zamana ihtiyacınız varsa, sahiden kolay gelsin. (Üstelik bu kavramlar zaman içinde değişiyor; örneğin 18. yüzyılda tarihsel yarımadada oturanlar için “karşu” Galata’ydı; bugün ise Avrupa yakasındaki herkes için “karşı taraf” Anadolu.) Bir de arası var: “Boğaz.” Ne o yaka, ne bu yaka. Birinden diğerine geçmek için vakit harcadığınız ortam. Ne tercih edersiniz yaka değiştirmek için; altında mı olmak istiyorsunuz denizin, üstünde mi, yoksa üzerinde mi? Galiba yakında içinde de olabileceğiz. “Hangisi duyularımı daha fazla serbest bırakır” diye sormak istiyorum; “hangisi daha hızlı” değil.
Şehrimde yaka değiştirirken, denizin üstünü tercih ediyorum. Denizin üstünde nefes alış verişim değişiyor. Bir kere yavaşlıyorum. Ama daha çok nefesimi verirken. Aldığım nefesi, bir daha hiç alamayacakmış gibi, uzun uzun dolaştırıyorum tüm vücudumda. Sonra tekrar çekiyorum. Sanki epey kalın bir hortumdan su içerken, ağzımdan yüzümden taşıp ziyan olmasına üzüldüğüm sular gibi olacak diye, hızlıca. Zerresi ziyan olmasın. Bu hava görüşümü keskinleştiriyor. Baktığım yeri görmekten çok, daha ötesini, hattâ gün içinde başka vakitlerde uğraştığım şeyleri düşünürken buluyorum kendimi. Bir yandan bu güzelliğin ayrıntılarına yoğunlaşırken, aynı anda rüya görüyor gibiyim. Vapurdaki kalabalığın içinden çocuk seslerini süzüyor kulaklarım. Sevinçliler onlar da. Kim bilir belki Cuma akşam üzeri diye, belki de sadece bu yolculuk yüzünden. Kulaklığımı takıyorum. Bu manzara, bu rüzgâr, kuzeyli bir besteciyi anımsatıyor bana. Deniz gerçeklerimi serbest bırakan bir gözlük gibi geliyor. Kendimi hemen kümelenemeyecek, sonrasında tek tipleşmeyecek bir birey gibi görmeye başlıyorum.
<<Masalım bir vapurda geçsin. Vapur beni alsın, nereye dilerse oraya götürsün. Kendimi akıntısı bol bir ırmağa bırakmış gibi olayım. Köşeleri dönerken şöyle durup düşünmek sanki elimdeymiş gibi yavaşlayıp, sonra verdiğim kararın heyecanı ile aniden hızlanayım. Açık havada birbiriyle konuşmaya çalışan herkes tonlamasını, sesinin yüksekliğini, dalgalarla üzerimize serpilen suların şırıltılarına, ‘se’lerine ve ‘şe’lerine göre ayarlasın. Saatin tik-takları tüketilmeyi çağırırken, dalgaların ‘se-şe’leri saatin tik-taklarını geri sarsın. Bana ilk yaklaşan martıyla balıkmışım gibi dalaşayım; yanımdakilerin attığı simidin ardından gidip, peşimi bıraksın. Şu kulede duralım. Hapisteki kahraman olayım. Orada bitiver birdenbire. Yanında küçük çocuklar olsun. Konuştuğunuz kelimelerin bazılarını anlayayım. Biraz daha burnumu soksam cümleleri de çözecek olayım. Çekineyim; korkayım. Uzaklaştım, uzaklaşacağım. Elinde bir sepet olsun; elbisendeki hakim renk beyaz. Bir yandan çocuklarla konuşurken, diğer taraftan bulunduğu zemine ayağı yapışmış birini kurtaracakmış gibi, çakılı kaldığım tarafa bakıver. Sonra başını çevirip, konuşmaya devam edecek gibi bak bana. Kurtaracak mısın beni; bekleyeyim, değil mi? Ne yapsam diye düşünürken birkaç damla düşüversin gökten, sonra damlalar artsın. Daha da artsın. Sepeti başının üzerine koyarken, tekrar görüver orada olduğumu. Damlalar daha yavaş düşmeye başlasınlar. Hafiflesinler. Denizin üzerinde kayan taşlar gibi, önce sepetten, sonra elinden, sonra seni çevreleyen harelerden sekerek avucuma vursunlar.>>
Dışarıda oturmanın cilvesi işte.