Salt Galata’da, Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı başlıklı bir sergi açıldı. Serginin haberini Hürriyet gazetesinin geçen haftaki kitapsanat ekinde görüp, okumuştum. Son zamanlarda sayfa sayısı iki elin parmaklarını pek geçmeyen bu eki – onun da epey kısmı reklam – en azından devam edebiliyor minnetiyle her cuma almayı sürdürüyorum.
Sergiye giderken zihnimde somut bir beklenti oluşmamıştı, öte yandan sergiden bir parça hayal kırıklığı ve biraz da hüzün içinde ayrıldım. Hayal kırıklığım Mihri’nin eser sayısının az olmasından ve hayatına dair belgelerin, fotoğrafların, kayıtların sınırlı kalmasından kaynaklandı. İyi tasarlamış ve zengin malzemeli sergilerin ardından sanatçı ile manevi bir ilişki kurmak mümkün olur, onun nasıl bir insan olduğunu, nasıl bir hayat yaşadığını ve eserlerini nasıl yarattığını kendi dünyamızda anlamlandırabiliriz. Ama bu sergiden çıkışımda Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından olan Mihri’nin zihnimdeki silüeti beklediğimden silik kaldı.
Bu konuda serginin küratörlerine bir eleştiri getirmek pek mümkün değil. Tam tersine bu kadar kısıtlı arşiv ve eser ile böyle bir sergiyi gerçekleştirebildikleri için kendilerini tebrik etmek gerek. Tarih, sanat ve sanat tarihi alanlarında uzmanlardan oluşan bir takım olarak yoğun uğraşlar ve kapsamlı araştırmalar sonucu hayata geçirdikleri sergi ile şimdiye kadar çok anlatılmamış, göz ardı edilmiş bir sanatçıyı bizlere daha yakından tanıma fırsatı veriyorlar. Serginin sunum yazısında belirtildiği gibi Mihri’nin “ömrünün büyük kısmını yurt dışında geçirmesinden ötürü ülkeyle irtibatının gitgide kopması, Türkiye sanat tarihi yazımında arka planda kalmasına neden olur. Yaşantısı, eserleri üzerine kısıtlı bilgi bulunan ve nice söylentiye konu olan Mihri Rasim ya da Mihri Müşfik’in hikâyesinin kimi ayrıntıları halen muammadır.” Bir portre ressamı olduğu ve devamlı göçebe bir hayat sürdüğü için ardında çok az eser ve belge bırakmıştır.
Mihri (1885-1954) Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yetişen bir kadın ressam. Abhazya’nın eski ve soylu Açba ailesinin kızı olan Mihri, İstanbul’un Kadıköy ilçesinde hayata gelir. Prens Doktor Ahmed Rasim Paşa olarak tanınan babası bir anatomi uzmanı ve Askeri Tıp Okulu’nda öğretim üyesidir. Ayrıcalıklı bir çevrede büyümesi ve yeteneğinin farkına varılması sayesinde Mihri küçük yaşta resim eğitimi almaya başlar. II. Abdülhamid’in teşvikiyle saray ressamı İtalyan Fausto Zonaro’dan resim dersleri alır, bir süre eğitimine Avrupa’da devam eder.
1913’te İstanbul’a döndüğünde Kız Öğretmen Okulu’nda resim öğretmenliği yapmaya başlar, kadınların sanat eğitimi alma hakkını savunur. 1914 yılında kurulan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (kadınlara mahsus güzel sanatlar akademisi) kurulma aşamasında önemli bir rol oynar ve kurumun ilk müdürü olur. Esas önemlisi o devirde devrimci sayılacak adımlar atmasıdır; kadın öğrencilerin açık alanda resim yapması, nü modelden çalışılması ve öğrencilerin eserlerinin görünürlük kazanmasında büyük rol oynar. Bu dönemde İnas Mektebi’nden birçok değerli kadın ressam yetişir. Mihri kişisel sergileri ile dikkat çekerken, dönemin önde gelen politikacı, gazeteci, kültür ve bilim insanları ile temas halinde olan çok yönlü bir kadın sanatçı olur. Tevfik Fikret ile yakın dostluk kurar, bir süre onun Aşiyan’daki evini atölye olarak kullanır, portresini yapar.
Sergide İnas Sanayi-i Nefise Mektebi dönemi yakından ele alınmış, tarihçesi detaylandırılmış. Özellikle o dönemde çekilmiş birkaç görsel çok ilginç. Mesela yukarıdaki fotoğraf takribi 1920 yılında çekilmiş, İnas Mektebi öğrencileri bir nü model ve erkek yöneticilerle aynı karede. Yine bazı diğer fotoğraflarda okul müdürü Ömer Adil, öğretmenler ve öğrencilerin toplu fotoğrafları var. Fesli erkeklerin, örtülü ve açık kadın öğrencilerin atölyelerde birlikte pozları var. Bu fotoğraflardaki beraberlikler bende yüz yıl öncesi hakkında güzel hislere sebep oldu açıkçası, toplum olarak bu anılara bakıp ne zaman nerede hangi amaçla kim kim birlikte olabilmişiz diye düşünmemiz lazım diye geçti aklımdan.
Mihri’ye dönecek olursak, 1922’de yeniden Avrupa’ya gidip, 1927’de ise temelli New York’a yerleşiyor. Avrupa’ya gitme nedeni İtalyan bir şaire âşık olması olarak gözükse de sonradan neden temelli Amerika’ya gitmeyi tercih ettiği tam olarak net değil. Ailesinin konumu ve kendisinin İttihat ve Terakki Cemiyeti ile sıkı ilişkileri sebebiyle yurt dışına gittiğine dair bazı yorumlar var ancak bunlar ne kadar sağlam temelli belli değil. Mihri yurt dışında portre ressamlığına devam ediyor, ilişkileri sayesinde birçok ünlü ismin portesini yapma fırsatını buluyor. İtalya’da Papa, Amerika’da o zaman New York valisi olan F.D. Roosevelt, Thomas Edison ve şair Edwin Markham bu önemli şahsiyetlerin arasında. Mihri’nin Atatürk’ün portresini de yaptığı biliniyor ancak bu eser günümüzde bulunamıyor.
Amerika döneminde Mihri’nin toplumsal hayatta kendine dair yeni bir portre çizdiğini görüyoruz. Mesela prenses unvanı kullanmaya başlıyor, hatta Açba Prensesi Mihri Rasim olarak kendini tanıtıyor. New York’ta sanat çevrelerinde iyi bir yer ediniyor, yüksek gelirli ailelerin çocuklarına ders vererek, önemli kişilerin portrelerini resmederek geçimini sağlıyor. Prenses lakabıyla soylu, Açba kökeniyle doğulu ve gizemli, yeni kurulmakta olan Türkiye bağı ile modern Mihri olarak artık o dünyanın sanatçısı haline geliyor. Amerika’da okullarda resim dersi veriyor, kadın hakları derneklerinin etkinliklerine katılıyor, Türkiye üzerine konuşmalar yapıyor. Ancak başka kaynaklarda son yıllarını yalnızlık ve yoksulluk içinde geçirdiği, 1957 yılında vefat ettiğinde yoksullar mezarlığına gömüldüğü yazılıyor.
Bu hikâyenin birçok hüzünlü tarafı var. Sanırım en önde geleni hangi sebeple olursa olsun doğduğu topraklardan uzakta ve memleketinden kopuk, genellikle yalnız ve mücadele içinde geçmiş bir yaşam sürmüş olması. İkincisi döneminde son derece önemli ve yenilikçi bir adım olan Kadın Sanat Okulu’nun kurulmasında rol oynayan, birçok kadın ressamı eğiten ve destekleyen öncü bir sanatçının Türkiye ile bağının tamamen kopmuş olması, sebebi ne olursa olsun bu değerin bu topraklarda kök salamaması. Üçüncüsü de devamlı yer değiştirdiğinden hayatı hakkında çok az belge bulunabilmesi ve bir portre sanatçısı olduğu için de eserlerine ulaşılamıyor olması.
Ama yine de tüm sınırlı arşive rağmen sergi bu ülkede yetişen öncü, yenilikçi, insanlara bir fayda sağlamak üzere çalışan cesur bir birey, bir kadın sanatçıyı bize hatırlattığı için ben kendi adıma müteşekkirim. İçimizden çıkan değerli bireyleri, alanları ne olursa olsun, kişisel hayatları nasıl seyrederse seyretsin, hatırlamak ve değerlerini korumak için daha fazla çaba sarf etmeye devam etmeliyiz.
***
Bu arada Salt Galata’yı İstanbul’un sosyal, kültürel ve hatta akademik yaşantısına sunduğu geniş yelpazeli katkı açısından çok beğeniyorum. En beğendiğim tarafı ise öğrenciler ve/ya sessiz bir mekânda okuma yazma ihtiyacı duyan kişilerin kullanımına açık, ortamı son derece hoş bir kütüphanesinin olması. Bir nevi butik bir halk kütüphanesi sayılabilecek bu mekân özellikle öğleden sonraları okul çıkışı saatlerde öğrencilerle dolu oluyor. Türkiye’nin en büyük ihtiyaçlarından biri kütüphaneler. Elbette kitap kaynağı sağlamak için ama belki de daha önemlisi ihtiyaç duyulan çalışma ortamı eksikliğini gidermek açısından. Şehirlerde her gün sayısı artan yüzlerce kafe ve avm yerine biraz da kütüphane açılsa ne güzel olur. Çalışmak, okumak, yazmak, ve belki bir arada tartışabilme, paylaşabilme imkânı bulmak için…