Jean-Luc Godard’ın son filmi tahmin edebileceğimiz gibi vizyonda birkaç gün ancak kalabildi. İmgeler ve Sözcükler olarak Türkçeleştirilen filme yönetmenin koyduğu isim İmaj Kitabı-Le livre d’image. Filmi büyük bir şiirin imgeler dünyasına aktarılması olarak görmek mümkün. Yönetmen bizi sayısız aynadan geçirip kendimize bakmamızı istiyor, sözcüklerin ağır ilerleyişine karşılık çağın alameti farikası olan görüntüler pür dikkati bile aşan bir hızla geçip gidiyor. Bu yüzden bir kez izlemek yeterli değil. Yaşanan gerçekliklerin yaşanıp yaşanmadığı hakkında insanı şüpheye düşüren sert bir akış var. Nice nesillere acılar vermiş fikirler olaylar saliseler içinde geçerken ‘işte hepimiz böyle seyrettik’ suçlaması var sanki. Zihnimizde birer gölgeye dönüşmüş tecrübeler bir butona basılınca ortaya çıkan, başka bir düğmeyle ortadan kaybolan cinsten. Sürekli ilerleme tacizi yüzünden yaşananlara dönüp bakamayan insanın sönmüş tecrübesiyle birlikte kayboluşu gibi, imgeler de anlaşılmaz bir yumağa dönüşmüş durumda. Godard bütüncül bir kitap oluşturamayacak kadar uzaklara giden insanı kesik kesik heceler halinde yeniden kurmaya çalışmış.
Godard 1930 doğumlu İsviçre asıllı Fransız yönetmen. Çağının bütün çatışmaları çelişkileri iddiaları üzerine kafa yordu. Bazen politik sinema yapma kutucuğa yerleştirilmek istendi, bazen de biçimsel olarak herkesin film çekebileceği imajını yaratmakla suçlandı. Oysa sineması seyirciden çok fazla emek isteyen, burjuva alışkanlıklarıyla sinemaya gelenleri hayal kırıklığına uğratan, beli ölçüde de olsa entelektüel birikim sahibi olmayanı dışlayan umursamayan bir sinema.
Senaryo yazımından geleneksel montaj yöntemine birçok süreci dönüştüren, kamera ve ses sistemini deneysel olarak çok farklı biçimlerde kullanan Godard, modern sinemada “yeni dalga” ve “üçüncü sinema” gibi akımlara zemin hazırladı. Edebiyatta klasik türler nasıl aşınıyorsa sinemada da bilinen formların ötesine geçen ve sinema yapmanın imkânlarını genişleten bir yönetmen olarak görülüyor. Bu güne kadar Filistin, kadın, Cezayir, sömürge, sosyalizm gibi birçok meseleyi ele alma biçimiyle, seyirciye sorumluluk yükleyen, tartışmalara ve farklı boyutlara dikkat kesilmesini sağlayan bir yol açtı.
İmaj Kitabı anlatmak isteyip de anlatabildiklerinin ve vakit baskısıyla anlatamadıklarının bir hülasası sanki. 20. yüzyıldan yeni yüzyıla devreden şimdilerde iyice derinleşen insanlık krizini, trajedisini gözler önüne sermiş. Sürükleyip götüren bir olay akışı olmaması, alıştığımız manada kahramanların yazılmaması, oyuncuların bile kimi zaman belgesellerden kolajla alınıp eklenmesi içinde neler sakladığını gösteriyor, kolaya kaçmak değil bu. Biz buradayken yaşarken işitir görür ve şahit olurken dünyanın başından geçenlerin bir parçası olarak seyirciye rol veriliyor ve rolümüz üzerine düşünmekten başka seçenek yok.
Görüntüler müzik ve ses tamamlanamadan kesilip başka bir olaya geçilmesi, üzerine yeterince düşünülmeden hızla atlanmış çürümüş geçmişe gönderme gibi. Godard ima edip aradan çekiliyor. Hiçbir şeyin sonu getirilemiyor. İnsan çabalamış, akamete uğrasa da devrimler yapmış, başka dünyalar, akıl almaz sosyal sistemler yaratmak için emek vermiş. Savaşlarda can verenlerin de savaşlarla ilgili eleştiri baki kalmak üzere onurlu olduklarını söylemesi ne kadar analize muhtaç ince bir nokta.
Yıkımlar var filmde, Avrupalı imajı, Avrupa değerleri, Fransız kimliği, Müslüman kimliği, devrimler birer birer sökülmüş yerinden. Avrupalının gözünden saldırganlıklar, kibirli işgaller, evrensel iddialar, hezimetler, susturulmuş halklar geçit yapıyor. Mekanlarla insanlar, insanlarla sözcükler, sözcüklerle imgeler arasındaki yaralı ilişkilere bakmış yönetmen. Yaraları Goethe, Rilke, Rimbaud Balzcac, Rosa Luxemburg gibi sevdikleri üzerinden birbirine ulamış. Geçip giden gerçekliklerin geçip gitmeyip evrende bıraktığı tortulardan arınmamız için konforlu kimliklerden çıkıp daha soğukkanlı bir yerden bakmamız gerekiyor.
Güneşli yemyeşil bir yerde işe giden genç bir kadının yanından geçen iyi giyimli bir tanıdığa gülümseyerek doğallık içinde “merhaba! savaşa mı gidiyorsun” dediği sahne bile yaşadığımız gerçekliği kanıksama ve içten içe çürüme biçimimizi çarpıcı şekilde açığa çıkarıyor. “Tanrı güçlünün değil cesur insanların yanında.” “Çocuklar satılamayacak kadar küçükse öldürülüyor.” “Fransa Amerika’nın yolunda.” “Saraybosna’da tecavüz edilmeyen ve öldürülmeyen kadınlar var evet.””Tekrar istemek ne fena.””Balzac yaşananlara bağırıp çağırmak yerine gerçekliği dönüştürerek gözlerimizi kamaştırdı.” Daha birçok akılda kalan cümle.
Nasıl ki Tarkovski’nin Kurban’ı bir kere seyretmekle olmaz. Nasıl ki Kurosowa Rüyalar’ı bir vasiyet olarak çekip bize bıraktı, İmaj Kitabı da Godard’ın epik vasiyeti gibi. En az iki kere izlenmeyi hak ediyor.
“Kim ölü kim yaşıyor biliyorum/Kim yaşıyor kim ölü biliyorum.”