Ana SayfaYazarlarGüney Afrika notları (2) Reel, fiziksel apartheid

Güney Afrika notları (2) Reel, fiziksel apartheid

 

[21 Şubat 2017] Neredeyse bir ay oluyor; bir konferans vesilesiyle hayatımda ilk (ve belki de son) defa Güney Afrika’ya gittiğimi, Pretoria’da kaldığımı ve son gün Johannesburg’daki Apartheid Müzesi’ni gezebildiğimi yazmıştım (bkz Güney Afrika notları (1) değerler ve çıkarlar, 31 Ocak 2017).

 

Sonuncusu tüyler ürpertici bir tecrübeydi. Sırf bu korkunç, bu hunhar, bu ancak Nazizmle karşılaştırılabilecek derecede vahşi ve kalpsiz ırkçı rejimin dehşeti değildi sorun. Nasıl sergilendiğiydi. Taş, tuğla ve metalle, telörgülerle, kafeslerle, demir parmaklıklarla sert, soğuk, haşin, siyah-beyaz bir hapishane veya toplama kampı atmosferi yaratmışlardı. Böyleydi bütün Güney Afrika apartheid koşullarında. Âdetâ muazzam bir açık hava hapishanesiydi. Size ilk andan itibaren bunu yaşatıyorlardı.

 

Madalyonun diğer yüzünde, “eksik ve alttan” (understated) anlatımın sadeliği, abartısızlığı, sıfatlardan arındırılmışlığı, her türlü mübalağadan çok daha fazla çarpıyordu insanı. İlk bölümlerde her yer fotoğrafların tanıklığıyla kaplıydı. Bir yanda, 69 kişinin öldüğü, 180’inin yaralandığı 1960 Sharpeville katliamından görüntüler vardı duvarlarda. Sıra sıra açılmış mezarların yanında gömülecek bedenler duruyor, başlarında sessiz insanlar bekliyordu. Diğer yanda beyazların aşırı sağcı Millî Parti’sinin başbakanları, bütün o gücüne mağrur Malan’lar, Strijdom’lar, Verwoerd’ler, Vorster’ler, P. W. Botha’lar size dik dik bakıyordu. Dış kapının dış mandalı konumundaki benim içimden, sanki duyabilirlermiş gibi alçaklar, pis herifler diye bağırmak geliyordu yüzlerine karşı. Ama herşeyi bilfiil yaşamış olanlar adına bu sergilemeyi düzenleyenlerin çok farklıydı tavrı. Öfkeli nitelemelerin, nefret ve düşnalık sıfatlarının zerresi yoktu, resim altları veya daha geniş bilgi panolarında. Tek tek, tarih sırasıyla, yerine göre rakamlarla, yerine göre gazete kupürleriyle, yerine göre ırkçı kanun maddelerinden alıntılarla, sadece gerçekler, sadece olay ve olgular konuşturuluyordu.

 

Apartheid’ın asıl ve en radikal mimarı sayabileceğimiz Hendrik Verwoerd’in (bana amoral nihilizmi içinde nedense Talât Paşa’yı hatırlatan) habis “deha”sının hayli tehcirimsi bir ürünü, mekânsal ayrıştırmaydı. Büyük siyah çoğunluklar, çok önceden beyazların yanısıra yerleşmiş oldukları kent merkezlerinden 1960’larda zorla çıkartılıp yeni kurulan toplama kampı benzeri kasaba ve mahallelere (township) yerleştirildi. Fakat sonra buraları 1970’lerden itibaren yeni siyah gençlik nesillerinin mücadelenin kaderini değiştiren büyük patlamalarına sahne oldu. 1976’da Soweto (South West Township) ayaklanması böyle bir dönüm noktasıydı. Rejim bu yeni dalgaya daha fazla polis, daha fazla cop, daha fazla şiddet ve işkenceyle karşılık verdi. Müzenin bu bölümdeki galerilerinden birinde, ortada sarıya boyalı Casspir tipi bir panzer duruyordu (bakınız en tepedeki başlık resmi). Tabelasındaki bütün bilgi bu kadardı. Yeterliydi. Arkası açıktı; içine girebiliyordunuz; tekerlekli bir işkencehaneyi andırıyordu. Karşılıklı iki sıra halinde oturan robocop kılıklı özel harekâtçıları gözünüzün önüne getirebiliyor; kalın kırılmaz camlarından dışarı baktığınızda, sanki ezdiği göstericilerin çığlıklarını duyabiliyordunuz.

 

Bu son derece kendine hakim, vakur ve kontrollü sükûnet, sorgu merkezleri, zindanlar ve idamlar bölümlerine de sinmişti. Casspir’den bir köşeyi döndüğünüzde, yeşil-gri tecrit hücreleri çıkıyordu karşınıza (Nelson Mandela’nın da Robben Adası’nda kapatıldığı türden). Açıklamalar gene minimalistti; birinde yere oturup, kendinizi yıllarca o daracık mekânda farzedebiliyordunuz. Yıllar boyu 131 muhalifi mahkeme kararıyla asmıştı beyaz ırkçı yönetim (tabii gösterilerde vurulanlar, Steve Biko gibi işkencede ölenler, ya da gizli suikast timlerince katledilenler kat kat üstünde bu sayının). Biz olsak, diye düşündüm, hele burada, üç satırda bir “şehitlerimiz” sözcüklerinden geçilmez. Yoktu; kahramanlarımız bile demiyorlardı hayatları pahasına direnenlere. Ne oldukları, ne yaptıkları ortadaydı zaten. Sadece duvarda sıra sıra resimleri, adları ve infaz tarihleri duruyor; geçiş holünün tavanından 131 cellat kemendi sarkıyor; oradan da Pretoria Merkez Cezaevi’ndeki infaz odasının (aşağıdaki) rekonstrüksiyonuna geçiliyordu.

 

 

Asıl önemli (ve belki bize en yabancı gelebilecek) nokta şu ki, duygusallığın frenlendiği bu nesnel yaklaşım, sadece zalimler değil mazlumlar ve mazlumları temsil edenler açısından da geçerliydi. Apartheid rejimine karşı mücadelenin de, bu mücadeleyi her türlü fedakârlığa katlanarak sürdüren ve sonunda zafere ulaştıranlarından da yüceltilmesinden, idealize edilmesinden, her türlü yanlıştan tenzih edilmesi ve kusursuz gösterilmesinden eser yoktu, yeni Güney Afrika’nın bir bakıma ulusal müzesi demek olan Apartheid Müzesi’nde. Tersine, yarım yüzyıllık bir direnişin kollektif kahramanı diyebileceğimiz, üstelik bugün yeni Güney Afrika’yı yöneten iktidar partisi konumundaki ANC de muaf değildi, hattâ bireysel düzeyde tek en büyük isim diyebileceğimiz Nelson Mandela bile muaf değildi, bu son derece objektif perspektiften. Gözüme çarpanlardan birkaç örnek: (a) Sharpeville katliamının ardından yasaklanan ANC’nin üst kademe liderlerinin gizli bir toplantı yapıp Nelson Mandela’yı örgütün askerî kanadı Umkhonto we Sizwe’yi kurmakla görevlendirmeleri, Şiddete Yöneliş (The Turn to Violence) diye, hayli net eleştirel imâlarla naklediliyordu. (b) ANC’nin 1970’lerin gençlik patlamasına hazırlıksız yakalandığı, örgütlenmesini bu yeni kitleselliğe ancak zamanla ve kısmen adapte edebildiği belirtilmekteydi. (c) Mandela – De Klerk uzlaşmasının neden her iki taraf için de gerekli ve zorunlu olduğu dikkatle açıklanıyor; karşılıklı şiddet biraz daha sürecek olsa, ANC’nin kazansa bile harabeye dönmüş bir ülke devralacağının altı  çiziliyordu. (d) Dahası, Mandela’nın serbest bırakılmasının ardından, ilk özgür ve eşit seçimlere giden yolda, yani 1990-1994’te farklı örgütler arasındaki çatışmalarda 14,000 kişinin öldüğü, bunun da 1948-90 arasında 42 yıl süren apartheid rejimin tamamındaki can kaybından hem de çok daha fazla olduğu, hiç üstü örtülmeden zikredilmişti. (e) Müzenin hediyelik eşya dükkânında, ANC’nin bugünkü başkanı ve Güney Afrika’nın devlet başkanı Jacob Zuma’nın (kâh otoriterlikle, kâh yolsuzluklarla suçlanan) yönetimini her bakımdan eleştiren kitaplar serbestçe sergilenip satılıyordu.

 

Döndüğümde, 24TV’deki bir Serbestiyet programında söylediğim gibi, elimden gelse iktidarı ve muhalefetiyle Türkiye siyasilerinden grupları alıp alıp Johannesburg’a götürmek ve bu müzeyi inceden inceye anlatarak gezdirmek isterdim doğrusu. Bırakın hamaseti. Bakın, entellektüel sofistikasyon budur. Bakın, bilimsel namus budur; doğruluk ve nesnellik budur. Bakın, tarih böyle anlatılır.

 

- Advertisment -