Kendi gerçeğimiz üzerine yürüyen tartışmada, tüm toplumun üzerinde anlaşabileceği tek bir cümle kaldı: “Ülke birbirini anlamayan; öfkeli; tehditkâr bir kutuplaşmanın içindedir”.
Herkes bundan yakınıyor ve sorumluluğu karşı cephede arıyor.
Aslında bu, “değişim” dediğimiz yıkım sürecinin yarattığı doğal bir patoloji. Yerleşik düzen alt üst olurken; kudret sosyolojik- siyasal yapılar arasında el değiştirirken, güçlü bir “ötekileştirme”nin önüne geçilebilmesi mümkün değil. Yeni gelenler, “mağduriyet” yaratan özne olarak eskileri; eskiler, kendi düzenlerinin meşruiyet kodları üzerinden yenileri ötekileştirirler.
Biz bu kaçınılmaz evreyi oldukça sert yaşadık.
Bu, “yıkım” için ne kadar kaçınılmaz ise; “yeniden inşa” için o kadar tehlikeli bir iklim. Kendisini yönetemeyen; ortak bir “meşruiyet normu” üretemeyen; çatışmacılığı kalıcılaştıran bir toplumun hangi parçası olursanız olun; ister“çoğunluk ve iktidar”, ister “azınlık ve muhalefet”… Kazançlı çıkmanız imkânsızdır.
Nedeni basit: Ortak meşruiyet üretememiş bir toplumda yönetenler giderek artan dozda şiddete başvurmak zorunda kalırlar. Şiddet, sadece muhatabına zarar vermez; onu kullananı da zayıf düşürür. İnsanları şiddetle birbirine bağlayamazsınız. Uçurumları büyütürsünüz; yer altını güçlendirirsiniz ve her türlü küresel oyunun kendisine alan bulduğu bir yumuşak karınla yaşamaya mahkûm olursunuz.