[23 Haziran 2018] Daniel Cohn-Bendit’den, Tony Judt’a. Yirminci Yüzyılın (özellikle ikinci yarısının) bir başka tanığı. On yıldır, herhalde en sevdiğim, kendimi en yakın hissettiğim, keşke tanışsaydık ve arkadaş olsaydık, oturup kouşabilseydik dediğim tarihçi. Lise III’te Sosyoloji ödevi niyetine Paul Sweezy ve Maurice Dobb’dan birer makale çevirip öğretmenimiz (1945-48 DTCF cadı kazanının mağdurlarından, Niyazi Berkes’in ilk eşi) 1964’te Mediha Esenel’e sunduğumdan beri, çok uzun süre bir ekol olarak İngiliz Marksist tarihçilerine; Rodney Hilton, Christopher Hill ve E. J. Hobsbawm’lara hayrandım. Gene de üzerimdeki etkileri fevkalâde önemli oldu (özellikle Ortaçağa, feodalizme ve bağımlı köylülüğe yaklaşımı açısından, doktora tezimi de kapaktan kapağa okuyan Hilton’ın).
Ama sanırım, hep çok beğenerek ve anlayarak, sindirerek okumakla birlikte, cümlelerinin altını çizdim, yanlarına ünlem koydum, NB’ler düştüm (Nota Bene), kendi ek görüşlerimi yazdım — ama (bilfiil tanışmadan önce ve gene sadece Hilton istisnasıyla) hiç bu fahrî ve gıyabî arkadaşlık hissini peydahlamadım. Bir, belki fazla kamusal, teorik, profesyonelce tumturaklı ve mesafeliydi sesleri — Judt’ın bireyliği ve sürekli kişisel bir muhavere içinde olmasına karşı. İki, Marksizm ortak bir barınak ve barikattı — oysa Judt’ın yoktu böyle bir sığınağı. Tam tersine, örneğin Hobsbawm’ın 20. yüzyılı (sadece) sosyalizm ile (sadece) kapitalizm arasında Maniheist bir iyi-kötü, ak-kara mücadelesi gibi görmesi ve sunmasına son derece eleştirel bakıyordu. Dört, ben de geç orta yaşım veya yaşlılığımda (her neyse), bu kişiselliğe, eleştirelliğe ve karmaşıklık vurgusuna artık çok daha yakındım. Nitekim eski Taraf’ta (Gülenciler tamamen el koymaya ve devirmeci bir enstrümana dönüştürmeye kalkmadan önce) birçok defa yazdım, gerek Mark Mazower’ın (Dark Continent), gerekse Tony Judt’ın ((i) Postwar; (ii) Reappraisals; (iii) Timothy Snyder’la birlikte, Thinking the Twentieth Century) 20. yüzyıl vizyonlarının Hobsbawm’ınkine üstünlüğünü (bkz “Mazower ve Hobsbawm” [14 Ocak 2012]; “Açılmak, açılmamak; okumak, okumamak” [19 Ocak 2012]; “Judt, Hrant, karmakarışık” [21 Ocak 2012]; “Gerçek, arkadaşlıktan önemlidir” [25 Ocak 2012]). Nihayet Hobsbawm 95 yaşında hayata veda ettiğinde, Judt’ın Interesting Times (Tuhaf Zamanlar) başlıklı otobiyografisi hakkında tâ 2003’te The New York Review of Books’a yazdığı eleştiri yazısını Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı başlığıyla çevirip, “İki büyük tarihçiyi birlikte anmak” diye, 11-14 Ekim 2012’de gene Taraf’ta yayınladım.
Öyleyse niye bugün de sadece hayalimde konuşabiliyorum Tony Judt’la? Çünkü öleli sekiz yıl oluyor. Aynı yaştaymışız, ikimiz de ’47 doğumlu. İngiltere’den kalkmış New York Üniversitesi’ne gelmiş; iki savaş arasının ünlü Alman romancısı Erich Maria Remarque (Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Üç Arkadaş, İnsanları Seveceksin, Zafer Tâkı) adına, NYU’nun Avrupa çalışmalarına odaklı Remarque Enstitüsü’nü kurmuş ve ilk direktörü olmuş. Göreve kısa ömrüne 14 kitap sığdırmış, ki bunların ikisi ölüm döşeğindeyken yazdıkları, daha doğrusu yazdırdıkları. 2008’de, henüz 61 yaşındayken Amyotrofik Lateral Skleroz (ALS) teşhisi konmuş Tony Judt’a. Nöro-dejeneratif bir hastalık. Kendisi sâkin sâkin anlatıyor (anlatmış), motor nöronlarının kaybının nelere yol açtığını. Önce bazı eklemleriniz gidiyor. Sonra kolunuz bacağınız. Sonra hepsi. Tek bir parmağınızı kımıldatamaz, bedeninizi döndüremez, başınızı çeviremez oluyorsunuz. Göğüs kaslarınız çalışmadığı için sizi bir solunum cihazına bağlıyorlar. Nihayet, diyaframınız ses tellerinizin üzerinden yeterince hava üflemediğinden, konuşmanız da gidiyor. Ama beyninize hiçbir şey olduğu yok. Bütün zihinsel yetileriniz yerli yerinde. İflâs eden bedeninizin zindanına hapsolup kalıyorsunuz.
Bunları Tony Judt’ın son kitabı olan The Memory Chalet’nin (Penguin, 2010; ben olsam Hafıza Köşkü diye çeviririm) aynı başlığı taşıyan ilk bölümünden (s. 4-5) neredeyse kelimesi kelimesine aktarıyorum. Bu kadar katı, bu kadar “klinik gözlemler” düzeyinde — ve hem içinde fırtınalar kopuyor, hem de hiç sızlanmıyor. Devamında, asıl büyük felâketini de aynı dikkatle betimliyor: gece karanlığının yalnızlığı ve bunalımına dayanmak. Sabah olduğunda, itinayla tekerlekli iskemlesine aktarılıyor, sağa sola kaymayacak şekilde yerleştiriliyor ve salona götürülüyor. Gene tamamen hareketsiz; gerinemiyor, kaşınamıyor, başını sağa sola çeviremiyor, günlük hayatta farkına varmadan yaptığımız, kanıksadığımız, her seferinde vücudumuzu rahatlatan o yüzlerce basit hareketten hiçbirini yapamıyor. Ama gene de ortalık aydınlık ve etrafta bakıcısı dahil başka insanlar var; birilerini çağırabiliyor, su isteyebiliyor, şuramı ovun buramı kaşıyın diyebiliyor, umutsuzluğunu unutturacak oyalanmalar buluyor. Yatma saatinde odasına götürüldüğünde ise başka bir cehennem başlıyor. Bu sefer aynı itinayla tekerlekli iskemlesinden alınıp yatağına geçiriliyor; baş tarafı 110 dereceye ayarlanıyor; solunum maskesi burnuna biraz sıkıca yerleştiriliyor; vücudu dümdüz uzatılıyor; battaniye göğsüne çekilip hiçbir işe yaramayan elleri battaniyenin üzerinde kavuşturuluyor — ve sonra yedi saat boyunca karanlıkta yalnız kalıyor. Uyuyamıyor ve kımıldayamıyor; kederi ve kasvetiyle başetmek için odasını anılarıyla kalabalıklaştırıyor; deyim yerindeyse, hayatının şu veya bu dilimini insanlarıyla birlikte yanına çağırıyor ve onlara dair küçük bir vinyet, bir hikâye kuruyor kafasında. Sonra da ertesi sabah teype okuyor veya asistanına dikte ediyor. The Memory Chalet’nin, Judt’un son demlerinden başlayıp geriye, çocukluğuna dönen ve sonra zaman içinde tekrar ilerleyip New York dönemine kadar uzanan 25 anlatısı böyle oluşuyor.
Söylemesi kolay da… kitabın kendisini okumak lâzım, ne kadar inanılmaz ayrıntılara inebildiğini görmek için. Geçtim, Londra’nın Kırmızı ve Yeşil Hat otobüslerinin numaralarını, ya da Vicctoria ve Waterloo tren istasyonlarında kaçar peron olduğunu; gece kafasında yarattığı kurguları, sonunda birkaç saatliğine dalıp da gene bedbahtlığına uyandığında, nasıl doğru sırasıyla hatırlayabiliyor? Bunun için başvurduğu yöntem, hafıza yolculuğu, hafıza sarayı, hafiza tiyatrosu, ya da düşünce sarayı tekniği. İlkçağdan beri biliniyor ve günümüzde “mekânlar metodu” diye de anılıyor. Özetle, önce kafanızda çok odalı bir konak, bir saray veya benzeri bir bina inşa ediyorsunuz. Tamamen hayalî değil, zaten tanıdığınız, bir nedenle çok iyi bildiğiniz bir yer olması lâzım, ama üzerinde ayrıca çalışarak bütün alt-özellikleriyle iyice nakşediyorsunuz hafızanıza. Sonra, şu veya bu nedenle ezberleyip tekrarlamanız gerekecek bir konuşma, bir metin, bir dizi veya liste varsa, onun bütün unsurlarını, fikir fikir, paragraf paragraf, madde madde, isterseniz satır satır ve cümle cümle, işte bu hafıza sarayının tek tek odalarına yerleştiriyor ve o mekânın çarpıcı bir özelliğiyle ilişkilendiriyorsunuz. Sonra başa dönüp tektar girişten veya birinci odadan başladığınızda, hayal şatonuzun içinde doğru sırayla gezinerek her köşesine yerleştirdiğinişz “eşya”yı tekrar toplamanız çok kolay oluyor. Antikitede bu yaklaşım, Çiçero gibi ünlü hatipler tarafından nutuklarını kazırlamakta kullanılıyordu. Günümüzde bellek ve ezber yarışmalarının şampiyonlarınca başarıyla uygulanıyor.
İşin püf noktası, tekrar belirteyim, sonradan içine her türlü “kısa vâdeli” muhtevayı akıtacağınız hafıza sarayınızı, “uzun vâdeli” belleğinizde çok iyi kurmuş ve oturtmuş olmanız. Tony Judt o boğucu geceleriyle baş etme çabasında, on yaşlarındayken orta halli ailesiyle birlikte gittiği tatillerde kaldıkları ve bütün özelliklerinin hafızasına kazındığı küçük, mütevazi bir İsviçre oteline başvuruyor. Güya “şale” ama ancak beş altı ailenin kalabileceği bir pansiyon, alt tarafı. Tarif ediyor: alt kattaki, kayak eşyalarının bırakılacağı, botların vb çıkarılacağı giriş holü. Bir üstünde, oturma odaları. Onun da üstünde yatak odaları. — Bedeninin hızla atrofiye uğradığı 2008 ile Mayıs 2010 arasında, İkinci Dünya Savaşı sonrasının herşeyin vesikaya bağlandığı İngiltere’sini, küçüklüğü ve gençliğinin yemeklerini, arabaları, trenleri, Putney semtini, Londra otobüslerini, Manş Denizi feribotlarını, bir dönem kapıldığı Siyonizmi ve İsrail’de yaşadıklarını, bir dönem kapıldığı Marksizmi ve 1968’de Paris ile Prag’da yaşadıklarını, çalıştığı işleri ve nasıl tarihçi olduğunu, Amerika’ya gelişini, (hayli çok olduğu anlaşılan) kız arkadaşlarını, çeşitli evlenme ve boşanmalarını, bir yandan Yahudilik (kültürel, pozitif) ve diğer yandan İsrail (siyasi, son derece negatif) konusundaki görüşlerini, Tony (Toni) ismini hangi toplama kampında can veren kimden aldığını, nihayet İsviçre’nin dağlarıyla kurduğu (bana biraz Hemingway’in Kilimanjaro’nun Karları öyküsünü hatırlatan) ölüm ve sonsuzluk ilişkisini… kimbilir kaç gece boyunca, hep bu küçük pansiyonun çocukluğunda “uzun vâdeli” hafızasına yerleşmiş köşelerine, hollerine, merdivenlerine, basamaklarına oturtuyor.
Harry Potter dizisinin son birkaç kitabında, Horcrux diye bir büyü gündeme gelir. O kadar korkunç bir şeydir ki, Harry’nin hocaları ağızlarına dahi almak istemez. Dizinin kötü adamı Voldemort, ölme-öldürülme ihtimaline karşı ruhunu yedi parçaya bölüp her bir parçasını ayrı bir hayvan veya objeye yerleştirmiştir. Voldemort’un öldürülebilmesi için önce ilk altı parçanın teker teker yokedilmesi, sonra da Voldemort’un şahsen ve kendi içindeki sonuncu parçayla beraber öldürülmesi gerekir.
Tony Judt da bir bakıma, ölümün yaklaşan kaçınılmazlığına karşı kendi ruhunu dökmüş, bu son 25 parçaya. Fakat bölmeksizin, hepsinde bütünlüğünü koruyarak. İnsanın bakın direniyorum demeksizin nelere direnebileceğine dair, asla ağırlaşmayan, zerrece melodram içermeyen, tersine hafif, sıcak, esprili bir ölümsüzlük öyküsü yaratmış.
Kitabı karısı ve iki oğluna ithaf etmiş. İsviçre’deki o küçük “Hafıza Köşkü”nü anlattığı ilk bölümün altında Mayıs 2010 tarihi var. Diğer hepsini yazdırıp bitirmiş ve sonra en başa bunu koymuş. Artık konuşamıyacağı için. Nitekim Haziran, Temmuz… ve Ağustos’ta Tony Judt aramızdan ayrılıyor.