Araplara yönelik olumsuz söylemler Beyaz Türkler olarak tabir edilen ve Cumhuriyet ilkeleriyle yetiştirilmiş kesimler tarafından dile getirilirken bazen kendisini dindar ve muhafazakar olarak tanımlayan kişiler tarafından da ifade edilebiliyor. Öncelikle buradaki dilin, söylemin ve tavrın ırkçılıkla malul olduğunu görmek lazım. Tabi Edward Said’den mülhem Oryantalist bakış açısının Araplara dönük bu ayrımcı söylemin içeriğini teşkil ettiği aşikar.
Cumhuriyet ilkeleriyle yetiştirilmiş söz konusu kesimlerin ve Kemalizm’in zaten kendi toplumuna ve halkına yönelik her zaman bir iç oryantalizm bakışı olmuştur. Yani halk aslında cahil olduğundan eğitilmesi ve terbiye edilmesi elzem bir entite olarak görülür. Bu son derece tipik bir Kemalist oryantalizm örneğidir.
Esasında Cumhuriyet nesli dediğimiz kesimin Araplara karşı olan bu tutumunda İslama veya Müslümanlığa karşı kategorik bir duruş yoktur. Ancak bu kesimin İslam ve Müslümanlık anlayışının Araplarınkinden farklı, ayrı ve daha ‘soft’/reformist olduğuna dair net bir görüş vardır. Bu kesim tarafından Arap İslamı’nın daha radikal ve extremist olduğu düşünülür. Tabi bir de tarihten gelen “Arap ihaneti” bu ayrımcı söylemin altında yatan önemli tarihsel nedenlerden biridir.
Türkiye’deki dindar ve muhafazakar kesim açısından yine Arapların İslam anlayışını benimsemeyen bir eğilim olduğunu görmek mümkün. Ancak Araplara yönelik bu olumsuz söylemin altındaki yatan eses mesele Türk milliyetçiliği ve Türk milli kimliğinin inşası ile birebir ilintilidir. Bilhassa Türk dilinin saflaştırılması; Arap ve Fars etkisinden kurtarılması hareketi ile başlayan Türk milliyeçiliğinde Araplara ve Arapça diline muazzam bir soğukluk vardır.
Ontolojik olarak kavmiyetçiliğin ve ırkçılığın İslam’ın doğasına uymadığını söylemek mümkün. Ancak İslam’ı bir din olarak ele aldığımızda ve onun içeriği açısından toplumun ve toplumsal yaşayışın edimlerine dair bir kurallar manzumesi ortaya koyan sosyolojik boyutunu birlikte düşündüğümüzde bu söylemlerin ve fikirlerin dine rabt edildiğini görüyoruz. Burada gelenekler de etkili olmakla birlikte esas etkiyi oluşturan milliyetçilik. Zira, Türk milliyetçiliğinin palazlanmaya başladığı 20.yy’ın ilk çeyreğinden beri gelen bir karakteristik özelliği var. O da Türk milliyetçiliğinin İslam’dan bağımsız tasavvur edilemeyeceği ve harcında İslam’ın başat rol oynadığı.
Türk milliyetçiliğinin harcında aslında farklı etnik gruplara dönük bu tür söylemlerin skalası oldukça geniş ve çeşitli. Araplara yönelik ayrımcı söylem daha çok bir medeniyet kavramı üzerinden neşet ediyor. Türklerin medeniyet kurma hasletlerinden bahsediliyor ve aynı hasletin Arap kavminde olmadığı zira Arapların medeniyetten nasibini almadıkları söylemi üzerinden bir üstünlük iddiası kuruluyor. Yani medeniyeti ve medeni olmayı tanımlayan bütün kavramlar Türk olmaya özgülenirken ve Türklük bununla özdeleştirilirken Arap olmak bunlara sahip olamamak ve bunlardan nasibini alamamak olarak kodlanıyor.
Bu söylem Türk milli kimliğinin inşa sürecinde ve sonrasında her zaman etkili bir dinamik olagelmiştir. Türk milli kimliğinin biçimlenmesi ve Türk ulus devlet oluşum süreci esasında oldukça seküler bir süreçti. Ancak halkın bu kimliği benimsemesi için her zaman dine ihtiyaç vardı. İslam bu anlamda önemli bir eksikliği giderdi bu kimliği inşa edenler açısından ve araçsal olarak kullanıldı. Ancak bu yaparken İslam’ın olabildiğince “seküler” versiyonun benimsediler. Zira İslam Türklüğün sadece destekleyici unsuru olarak görüldü.
Ve adeta İslam’ın millileştirilmiş bir formunu yaratmaya çalıştılar. Dolayısıyla böyle bir kimlik tayahhülünde aynı İslam anlayışına sahip bir Araplığın yeri olamazdı. Aynı dine ve hatta mezhebe sahip oldukları Araplardan kendilerini ayrıştırmaları ve adeta onları ötekileştirmeleri gerekiyordu. Bu noktada “bizi arkamızdan vurdular” ve “hain Araplar” söylemi önemli ölçüde iş gördü.