Yukarıdan bakıyorum. Hep yukarıdan baktığımı düşünürüm bu durumda. Hayır, fena bir şey yapmıştım da şimdi itiraf ediyor değilim. Yukarıdan bakılanın haysiyetini anayasa ile koruma altına almamıza gerek yok. Kullanım şeklimiz böyle. Yukarıdan bakarız. Eskiden üç veya dört kere katlanmış olarak çantamızın bir köşesinde bulunurdu. Hatta katlananan yerleri o kadar yıpranmış olurdu ki, tamamını kullanmaya kalktığınızda, henüz bitirilmiş bir yap boz tahtasına bakar gibi izlerdiniz önce. Yırtılmaya yüz tutmuş yerlerin bir cadde boyunca olması güzel bir bahane olurdu hemen birisine sormak için. “Abi, Münevver Sokak nerede biliyor musunuz?”
Harita “okumak” öyle az bir iş değil. Gözümde büyür; şirket bilançosu okumayı çağrıştırır; ağzımın tadı kaçar. Nasıl okunduğundan çok, ritüeli bilmek önemlidir. Biraz okuyup da düşünülmesi lâzımmış edasıyla, eller hemen çeneleri bulacak; gözler hedeften ve etraftakilerden başka bir yöne kaçırılmış vaziyette donuk donuk ileride bir yerleri süzecek. Yanınızdaki biri “soralım birisine” demeden, önce siz, size en az yukarıdan bakacak profilde bir muhtereme yanaşacaksınız; o da donuk gözlerinize feri geri getirecek. ”Hemen şu köşeden sola kıvrıl, sağdaki ilk sokak” diyecek. “Aaa, tabii” diyeceksiniz, elinizdeki haritayı şöyle bir sağa sola çeviririp; “tabii yaa.” Harita ile birşey ararken, zevahiri kurtarmanıza yarayacak cümle ve hareketler genetik kodunuza çoktan işlenmiştir. Cebinizden para çıkarmaktan daha rahat çıkarır harcarsınız bu kodları.
Birkaç vakittir ziyaret etmediğiniz bir yakınınıza gidiyorsunuz. Günlerden bir bayram. Sahiplendiğiniz şehrin, seyrek ziyaretleriniz sırasında hafızanıza birkaç resim, bir iki reklâm puntosu olarak kaydettiğiniz o muhitinde, ortak yaşam coğrafyası sürekli yenilenmiş. Dört yol ağzındaki esnaf dükkanını öyle büyütmüş ki, tanıyamazsınız; hep referansınız olan çalısı çırpısı bol, boş arsanın yerinde yelleri engelleyen bir şey dikilmiş; kapanan sinemanın altı oyulmaya başlamış. Gördüğünüz büyümenin niteliği ile öğlen üzeri duyabildiğiniz kuş seslerini üst üste düşürmeye çalışıyorsunuz. Sessiz sakin büyüyen bir muhit. Issız bir bayram. Yok, büyüme ıssız. Ne hafızam yardım ediyor bana, ne de telefonum. Eyvah, galiba akıllı telefonumdaki harita güncellenmemiş. İşte hızlı büyüme dediğiniz bu olmalı. Harita güncellenme sıklığı, bıraktım dükkanları, cadde ve sokakların yer, isim, yön değiştirme frekansına yetişemiyor. Bitti. Geçmiş olsun. Artık elimdeki harita, geleceğin öngörülemeyeceğini söyleyen bir teorem kadar fayda sağlıyor bana.
Şu ıssız büyüme takıldı aklıma şimdi. Sessiz desem değil. Sessizliğin bile birden fazla çeşidi olur sanki. Issız düpedüz, bu şahit olduğum büyüme. Çünkü tek tip, tek türel bir canlanma. Niye cıvıl cıvıl büyümüyor bu mahalleler? Başka türlü bir canlanma bekler gibi herkes. Canlanma dediğin bir çeşit kimlikle, yekpâre bir renkle, aynı tertipte sıralanmış iş gücüyle olur mu? Serbestiyet olacak ki, bu ıssızlık, şöyle güzelce bir ıslansın. Rengârenk bir gökkuşağı etrafımızı sarsın. Dokunamasak da, renk cümbüşünü hissettiklerinden mütevellit, serbestiyete gitmek ister herkes. İyi, güzel de, define haritası mı bu; serbestiyetin haritası olur mu? Kullanım kılavuzu da olmaz.
Haritalar ile kullanım kılavuzları aynı sınıfta bana göre. Bir fikriniz var, ne yapmak, nereye gitmek istediğinizle ilgili. O anda olup bitenden farklı bir şey olduğu da kesin. Ama o ne işte, bilginiz yok. Ne önce açılacak; nereye hangi sırayla varılacak; sonraki aşamada ne var? Olsun. Fikriniz olsun. Diğerleri gelir nasılsa peşi sıra. Yeter ki, sokak, cadde, akraba evi ararken kullandığınız haritayı; yeni dijital cihazınızı kurmak için kapağını bile açmadığınız kullanım kılavuzunu; ama özellikle, size birkaç yüzyıldır kodlanmış genleri-memleri kullanmayın.
Kullanım kılavuzu olmadan, kendi melekelerini işe koşarak yola çıkan zanaatkârlara hayranım. “Hadi bir örnek ver” diyorsunuz, değil mi? Sizi şaşırtacağım. En azından hepimizi zorlayacak bir örnekle başlayayım. Çocuklar. Evet, çocuklar. Yeni bir oyun diyorsunuz. Başlıyorsunuz kurgulamaya. Ortada fol yok, yumurta yok; bunların emareleri de yok. “Birden odanızda bir ışık hüzmesi göreceksiniz” diyerek başlıyorsunuz lâfa. Küçük alınlarını gözlerinden ayıran kaşları kaşıyan kirpiklerini kıpırdatmadan bakıyorlar size. Nefeslerini alalı bayağı olmuş. “Işık” diyorsunuz; “şöyle salonun ortasında merkezi olan bir huni. Huninin size bakan yüzü ile duvara bakan yüzü arasında bir gölge belirsin.” Nefeslerini vermeden yutkunuyorlar. “Şöyle küçük, tıknaz, sevimli hayalet gibi, kartopundan hallice bir adam tasarladım” diyorsunuz. “Adamın hemen soluna bir göl yerleştirdim. Önünde belli belirsiz bir tünel var. Şimdi,” diyorsunuz, “bu tünele doğru hızlıca koşması lazım.”
Hemen bir elinin parmaklarını hazırlıyor bir tanesi. İşaret parmağı ile orta parmağını, ilk ve ikinci bükümden kırıp, sanki hayali bir düzlemin üzerinde koşuyormuşcasına, öne ve arkaya hareket ettiriyor. O anda kartopu hayalet ile özdeşleşiyor parmakları. Hayalet topukladı gidiyor. Bir diğer namussuz, bir koşuda gidip odasından bilgisayarının klavyesini getiriyor. Bir an duraksamak yok. Sol parmaklardan biri “Ctrl” veya “Alt” tuşunun üzerinde. Sağ el parmakları 2, 4, 6 ve 8 yazılı tuşların hemen altındaki okların yardımıyla, dört ayaklı bir örümceğin ağ yapması gibi, örüyor tuşların üzerini bir çırpıda. “Tüneli buldum mu, sadece 8’e basacağım” diyor. Hemen bu iki veledden bir takım yapmak istiyorum. Al yanına ikisini, ver elini büyükannemin eski mahallesi. Islatsınlar hemen tüm ıssız mahalleyi. Diğer çocuklar mı? Biri ışığı yakalamaya çalıştı; diğeri “çıkıp ortasında dans ederim” dedi; bir diğeri duvarı boyamaya kalktı. Ee, olsun. Kendimi düşünemiyorum bile. Sanırım önce sağa sola umutsuzca bakıp, hemen sonrasında bilgisayar konularından en iyi anladığını düşündüğüm arkadaşımı arardım. “N’apacağım Muhsine şimdi?”
Not. Canım sıkkın. Yok, Muhsine bana yanıt vermedi diye değil. Annem aradı az önce. İlk çalıştığım işyerinin sahibi, kırtasiyeci Ahmet Abim vefat etmiş. Gençti daha canım abim. Nûr içinde yatsın. Bu derdime devâ bulunması için haritada olmayanı, harita ile aramayacak, o sokak senin, bu sokak benim dolaşacak insanlara ihtiyaç var. Var onlardan; hattâ ara sıra ben de katılıyorum aralarına. Ama canımın sıkkınlığı sadece bu yüzden değil. Dahası var. Biliyorsunuz. Bayağı sardık yine. Sarpa demek istiyorum. Sarpa sardık. Devâsı olan dertleri yaratıp, devâyı köşe bucak saklıyoruz. Göz göre göre sarıyoruz. Çağıracağım şu veledleri, tüm hayatların yüzü suyu hürmetine, yırtsınlar şu kılavuzları.